France Telecom şirketinin 2008-2009 yıllarındaki CEO’su başta olmak üzere 7 yöneticisinin şirketin özelleştirme sürecindeki işçi intiharları ile ilgili yargılandığı dava 6 Mayıs’ta Paris Adliyesinde başladı. Şimdiye dek 21 duruşma yapıldı. Haftada 4 gün her öğleden sonra yapılan duruşmalar 12 Temmuz günü savunmaların bitmesiyle sona erecek. Karar ise Kasım ayında verilecek.
Neoliberalizmin mahkeme ifadesi
Dava dosyasında 19 Telekom işçisinin intiharı, 12 intihar girişimi ve 8 işçinin depresyon vakası ile dönemin şirket politikaları arasındaki ilişki kuruluyor: ‘Telekom’un özelleştirilmesi ve 110.000 işçiden 22.000’inin işten ayrılması öngörülen dönüşüm sürecinde uygulanan politikalar, alınan kararlar, duygusal taciz etkisiyle bu trajik olayları tetiklemiş olabilir’, deniyor... Eğer mahkemenin seyri bunu doğrularsa, burjuva hukuk sistemi çalışanlara duygusal taciz* uygulandığı sonucuna varacak ve sanıklar 1 yıl hapis ve 15.000 euro para cezasına çarptırılacak.
Şirket içinde uygulayıcı en üst makam olarak aldığı kararlar ve o dönem sarfettiği ifadelerle davaya adını veren eski CEO Didier Lombard, CEO’nun yardımcısı ve İnsan Kaynakları yöneticisi ile diğerleri, her bir olayla ilgili hakimin, davacı avukatlarının ve davacıların sorularına yanıt veriyorlar. İfade verenlerin görüntüleri projeksiyon perdesinden yansıtılmıyor ama 77 yaşındaki Lombard ile diğer sanıkları önceki yıllarda sadece ifade vererek mahkemeye çıkmaktan sıyırdıkları soruşturmalardan sonra ilk kez yargı önünde görüyoruz.
Neoliberalizmi içselleştirmiş, burada bulunmalarının yanlış olduğunu düşünen şirket yöneticileri, belirlenmiş bir strateji üzerinden davranıyorlar: Kıyafetleri alabildiğine gösterişsiz, alabildiğine boz renklere bürünülmüş. İş hayatlarında emretmeye alışmış ses tonları bazan anlaşılmayacak kadar düşük. Yüz hatları düşünceli: Onlar yapılması gerekeni yapmamışlar mıydı!
30’a yakın sanık avukatı da iddianamedeki suçlamaları kendi müvekkilleri yönünden düşürmeye, davacıların sözleri arasında çelişki bulup onları etkisizleştirmeye çalışıyorlar. Küçük bir açık yakaladığını düşünen genç bir avukat, kendini gösterme hırsıyla Telekom işçisini sıkıştırmaya çalışıyor. Sanığıyla, avukatıyla hepsinin ortak yanı, bu sınıfsal terörün cezai sorumluluğunu üzerinden atmaya çalışması; ateşten topu kimsenin tutmak istememesi: Yanıtları, “Bilmiyorum,”,”Ben o toplantıda yoktum,”, “Benim ona yetkim yoktu,” en fazlası “Sonuçlarını düşünemedim...”
Bu açıkça siyasi bir dava. Sanıklar, davanın asıl konusu olan, neoliberal zorbalıkla uygulanan özelleştirme politikasından geri adım atmıyorlar -burjuva hukukun yargıladığı da o değil zaten. Gerçek, işte bu üstü örtülülüğün içinde saklı. Sesler karşılıklı olarak çok nadir yükseliyor ama salondaki sınıfsal elektrik yükü ilk anda bile hissediliyor.
Gerçeğin tarafı
Salonun davacılara ayrılmış olan sol tarafında, intihar eden işçilerin yakınları, intihara teşebbüs etmiş, depresyon yaşamış eski Telekom işçileri oturuyor. Onlar, aradan 10 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen üzerlerine açılmış neoliberal yaylım ateşinin izlerini taşıyorlar. Telekom işçilerinin sayıları her mahkeme aynı değil, hatta dava açanlar da bu süreci yaşayanların içerisinde henüz öncü bir azınlık. Neoliberalizm Telekom’un “değişim vadisi”nde onları daha baştan “çöp” ilan etmişti. Biz ise o sıralarda her şeye rağmen ayakta kalan sınıf kinini görüyoruz...
İntiharların, yaşanan acıların kişisel yaşamlara sıkışıp boğulmaması, tek tek bireylerle kalmayıp sınıf mücadelesinin konusu olması için emek verildi. Çabayı ilk gösteren SUD ve CFC başta olmak üzere sendikacılar, işyeri hekimleri, hijyen, işçi sağlığı ve iş güvenliği komitesi (CHCST) üyeleri, bu davayı kendi davası olarak gören sınıf bilinçli işçiler de mahkemeyi takip ediyor. Bu noktaya gelmek için bile içe ve dışa doğru verilen mücadelenin yoğunluğu kaplıyor her yanı. Davanın zamanaşımı olmayacak; işçi yaşamlarının bir dosyaya indirgenmesine izin verilmeyecek. Duruşma salonunda yalnız Telekom intiharları nezdinde geçmişimiz değil bugünümüz ve geleceğimizle de birlikte bulunuyoruz.
Bu açıkça sınıfsal bir dava. Telekom’un özelleştirilmesi tekelci kapitalizmin olmazsa olmazıydı. İntiharlar bile onlar için ancak “tatbikat zayiatı” sayılabilir, kendisine üçüncü sayfada yer bulabilirdi. Öncü işçiler yaşamlarına elleriyle son verenlerin bıraktığı çağrıyı aldılar ve onların sessiz çığlığını tüm dünya işçi sınıfına mal etmeyi görev bildiler. Döneme ilişkin her anlatım bunun ne kadar zor olduğuna, yerleşik sendikal alışkanlıkları, derinlere işlemiş bireysel kültürü ve geride kalanların içe kapanmışlığını yerinden oynatmak gerektiğine işaret ediyor. Burjuvazinin temsilcilerini mahkeme salonlarında nadiren, ancak kayıplarımız bir yekun tuttuğunda görebiliyoruz. Bu açıkça bir kazanım.
“Ya kapıdan ya pencereden...”
Fransa’da bir devlet işletmesi olan PTT, 1990’dan itibaren Posta ve Telekom olarak ikiye ayrıldı. Bunu, Telekom’da Türkiye ile aynı, 2000’li yıllarda özelleştirme sürecinin örülmesi ve Telekom işçilerinin gücünün ne pahasına olursa olsun kırılması izledi. Bilgi iletişim teknolojilerinin kapitalist üretimin hiç durmadan geliştirilen teknik temelini, hız ve işleyişini belirleyerek tayin edici bir sıçramaya uğrattığı bu düzlem, yeni, daha genç, teknik donanımı farklı, sayısal olarak daha az, esnek, kolektif güçten düşürülüp bireyselliğe ayrıştırılmış bir işgücü yapısını gerektiriyordu. Bu doğrultuda en sert adım, 110.000 Telekom işçisinden 22.000’inin emeklilik yoluyla ve “kendi istekleri ile” işten çıkmasının sağlanması olacaktı. Telekom yöneticileri şirketin kapitalist rekabete uygun reorganizasyonu için 2006-2008 yıllarında “NexT” adlı bir planı benimsediler. “Sıradaki” anlamına gelen bu ölümcül plan için eski CEO “O plan olmasaydı şimdi Fransız Telekom olmazdı,” diyor.
Politikanın uygulanmasına karşıt yönde en önemli etmen, Telekom işçilerinin işçi sınıfının en düzenli bölüklerinden biri olmasıydı. İşçi ve memur statüsündekiler uzun dönem bizde de olduğu gibi kamu işletmesinde iş güvencesine sahiplerdi. 10, 20, bazıları 30 yıldır, sabit telefon sistemi üzerinde çalışan, önemli bir kısmı da işle ilgili karar verici ara kademelerde bulunan -memur statüsünde- işçilerin ve çalışma rejiminin bütün sabiteleri yerinden oynatılmalıydı. İşçi sınıfının eğik o düzleme girmiş kazanımları, hareket alanları, işyerlerinde neoliberal burjuva zor görülmedik yöntemlerle uygulanarak ortadan kaldırıldı. İşçiler kat kat taşeronlaştırma ile tanıştırıldılar. Sarkozy yönetimini de arkasına almış olarak burjuvazi neoliberal dönüşüm süreçlerinin “fıtratındaki” zorbalığı Fransa koşullarına uyarlanmış “management” (kapitalist işletmecilik) yöntemleri ile hayata geçirdi: Canından vazgeçme noktasına getirdiği işçiler pahasına. İşten ayrılanların sayısının bu sayede 22.000’i aştığı belirtiliyor.
Mahkemede okunan evrakların birinde, işçilerin fizik ve moral gücünü kırıp işten çıkmaya yöneltmek için altlarındaki sandalyeyi çekmekten sözediliyor. Mecazi bir ifade; ama onu bile harfiyen uyguladıklarını öğreniyoruz. 10 işçinin çalıştığı bir büroya 8 sandalye vermek bunlardan en hafifi olmuş. İşçileri, ara kademe yöneticisi memurları olabilecek en uzak noktalara sürüp kedi fareyle oynar gibi oynamak, iki yıl boyunca hiçbir donanımın olmadığı bir büroda tek başına tamamen işlevsiz tutmak, sürüldükleri işyerinde onlarla konuşulmasını yasaklayıp tecrit etmek ve bunun uygulanmasını da sağlamak, her gün yüzlerce kilometre yol yapıp fiziksel olarak tüketmelerine yol açmak, “olumlu stres” adı altında dipsiz bir rekabeti ve özsaygı yitimini kamçılamak, dönüşüme uyum açısından yetersiz ilan etmek, şikayet ve başvurularına yanıt vermemek... Birkaç zayıf grev ile karşılanmaya çalışılan bu sürecin en ağır sonucu, Telekom yöneticilerinin adlarını neoliberalizmin kanlı tarihine yazdıran işçi intiharları oldu. Pencereden atlayarak, işyerinde kendini asarak, yakarak... ölen işçiler arkalarında Telekom’u suçlayan mektuplar bıraktılar. Geleneksel yöntemleri aşan saldırı geleneksel mücadele yöntemleri ile karşılanamadı.
Zamanın CEO’suna Telekom’da hedeflenen işçi tasfiyelerine yönelik “Ya kapıdan pencereden çıkarlar” sözleri soruluyor. “Kısa pantolonla gezme zamanı bitti” demiş... (“Şimdiye kadar onlar güldü, artık gülme sırası bizde...” gibi!) Telekom yönetimi, 2008-2009’da sendikaların ve işçilerden yana gözlem kurumlarının yaptığı başvuruları, çalışma koşulları ile ilgili hazırladığı anketleri, açılan web sitelerini, kurulan yardım hatlarını boşa çıkarmak için elinden geleni yaptı. Ancak sayfa çevrildikten, Telekom artık Orange adıyla özel şirkete dönüştükten, en önemlisi sızan işçi kanları kamuoyunun önüne geldikten sonra durum nispeten değişti. İşçilerin koşulları öğrenilmeye başlandı. Haklarındaki suç duyuruları ile işten ayrılmak zorunda kaldılar ve ardı ardına çamlar devirmeye başladılar. “İntihar modası”, “Bunlar birbirlerine özeniyorlar,”, “medyatik kriz” gibi davanın konusu olan ifadeler bu dönemin ürünüydü. 2010-2011 itibariyle artık intiharlarların inişe geçtiğinden (14 intihar) bahsediliyordu!
İstenen amaca ulaşıldıktan sonra şimdi “Keşke olmasaydı...” deme zamanı mı geldi? Tekelci burjuvazi açısından öyle değil. Çünkü neoliberal kapitalist dönüşümün bu sert etabı geri alınamaz. CEO’nun yardımcısı mahkemede “Bazılarının hayatına son verecek kadar acı çekmiş olması dramatik tabii. Ama olayı genelleştirmek ve işletmenin yarattığı bir çalışma acısından bahsetmek bana doğru görünmüyor,” diyor.
7 Haziran günü bir dosya ile ilgili ifade vermek için mikrofonun önüne gelen eski CEO Lombard uzun uzun suskun kalıyor. Lombard’a kadın hakim “Ağlıyor musunuz yoksa öksürüyor musunuz Bay Lombard?” diye soruyor. Timsah Lombard, “Ağlıyorum,” diye yanıt veriyor.
Zamanaşımı yok çünkü...
''Bir insan, bir başkasına ölüme yol açan bedensel bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz.
Ama toplum, yüzlerce proleteri, çok erken yaşta doğal olmayan bir ölümle yani kılıç ya da kurşunla ölüm gibi zorba yollardan olmayan bir ölümle karşı karşıya geleceği bir konuma koyduğu zaman, toplumun o yaptığı bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikle cinayettir; toplum binlerce insanı yaşamın gereklerinden yoksun bıraktığı, içinde yaşayamayacakları konumlara soktuğu –kaçınılmaz sonuç olan ölüm gelinceye dek o koşullarda kalmaya yasanın güçlü eliyle zorladığı– bu binlerce mağdurun yok olacağını bildiği ve gene de bu koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun o yaptığı, bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikle cinayettir; örtülü, kasıtlı cinayettir; hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurun ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayettir; çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur.” (Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu)
Çok daha fazlası var. Ama bunun anlamı sadece “Biz bitti demeden bitmez...” değil. Tabii ki Telekom yöneticilerinin doğrudan bir sorumlulukla yargılanması gerekiyor. (2102 Nisan’ında işyerinde kendini asan bir Groupama satış temsilcisi için geçenlerde sigorta şirketine “taksirle ölüme sebebiyet vermek”ten ceza verildi.) Telecom davası ise halen gereken etkiyi sağlayabilmiş değil.
Sabit telefona bağlı, internetsiz bir yaşam, hatırlayamayacağımız ve özlemeyeceğimiz kadar uzak ve geride kaldı. Sermaye büyürken, kendisini sürekli taze işçi kanıyla yenilerken, yarattığı toplumsal sorunlara, kriz ve yıkımlara çözümlerini bizim ihtiyaçlarımız haline getirip kendisini büyütürken, bizim payımıza yıkım ve ölüm düşüyor. Hızlandırılmış bir fizik ve moral yıkım zamanındayız şimdi. Neoliberalizmin kurallarına göre işleyen işyeri, her biçimiyle işçi ölümleriyle, intiharlarla anılıyor.
Bu koşulları aşmak için ise işçi sınıfının kendi dilini konuşması, üretimden gelen gücüyle dünyanın dört bir yanında çepeçevre dayanışması gerekiyor. Neoliberalizmin kendisiyle özdeşleştirdiği hız ve etkinleşmenin işçi sınıfına bedeli yaşanamayan hayatlar oldu. Hayatlarımızı, zamanımızı ondan geri almalıyız!
* Mobbing yöntemleri yoğun biçimde uygulansa da, Telecom’da olanlar salt bir mobbing vakası olarak tanımlanabilir mi? Burada bir işletmede kazanılmış haklara sahip güvenceli statüde çalışan binlerce işçiye yönelik, en üst düzeyde tarif edilip belirlenmiş bir saldırıyla, bir işçi kuşağının biçilmesi ile karşı karşıyayız.