Biz buraya nasıl geldik -2 | Çığlık: İş cinayetleri - Dilara İlbuğa Yıldırım

Geçen hafta, büyük bir direnişle başlayan ve artarak devam eden kurye eylemlerinin diğer yüzünü anlatmaya başlamıştım. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. İşçi sınıfının kesilmeye çalışılan sesinin, koparılmaya çalışılan iletişim kanallarının nasıl ilmek ilmek örüldüğüne dikkat çekmeye çalışıyoruz denilebilir. “Nereden çıktı bu direnişler?”, “Biz buraya nasıl geldik?” sorularının yanıtını aramaya devam ediyoruz.

İlk yazıda mevcut direnişlerin arka planındaki en önemli ve kapsayıcı kavramın “güvencesizlik” olduğuna dikkat çekmiştim. Bugün ise hem bu direnişlerin arkasındaki en büyük “çığlığı” hem de güvencesizlik kavramının en ağır bedelini anlatmaya çalışacağım: İş cinayetleri.

Neden cinayet?
İş cinayetlerinden bahsederken “cinayet” sözcüğünü bilinçli olarak tercih ediyoruz elbette. Türkiye’de her sene binlerce işçi ihmaller nedeniyle hayatını kaybediyor. Böyle bir durumda “kaza” kavramı yeterli olmadığı gibi durumun vahametinin de üstünü örtüyor. Piyasanın emekçiler üzerindeki denetim ve baskısının neden olduğu ölümler, kaza değil cinayettir.

İş güvenliğini sadece verimliliği ve rekabeti arttırıcı olarak kabul eden sermaye karşısında “kaza” kavramını kullanmak meseleyi sınıf bağlamından koparmaktadır. Kavramlar ortada tesadüfen salınmazlar. Bilinçli tercihlerle hayatımıza girerler ve sanıldıkları kadar da iyi niyetli değillerdir. Bu noktada daha da açıklayıcı olması açısından aşağıdaki alıntı yerinde olacaktır:

...Engels’in yerinde ifadesiyle ‘Bir insan, bir başkasına ölüme yol açan bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz’. İşverenler, doğal olmayan bir ölümle, basit ve önlenebilir bir kazadan koruyamayarak işçileri iş kazaları nedeniyle ölümle karşı karşıya bıraktığı için bu bir cinayettir. Öyle söylendiği gibi basit kaza sonucu ölüm değildir. Engels’in söylevi ile, işverenler, iş kazasında ölen işçileri yaşamın gereklerinden yoksun bırakıp, bu kazalar ile yaşayamayacakları konuma soktuğu için bu bir cinayettir, örtülü, kasıtlı bir cinayettir. Hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurların ölümü ‘doğal’ kabul edildiği için de ‘cinayet gibi olmayan cinayettir’, suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamaktan kaynaklanmaktadır...1

İşçi sağlığı dediğimiz olgu kapitalist üretim ilişkilerinden soyutlanamaz. Bu ne demek? İşçi sağlığı ve iş cinayetleri detaylandırılırken, emek ve sermaye arasındaki çelişki ve toplumsal ilişki yok saymamalı, işçi sağlığı ve iş cinayetlerini sermaye birikim süreçlerinden ayrı bir olay gibi kabul etmemeliyiz. İş cinayetlerini sınıfsal çelişki ve toplumsal ilişkiden sıyırdığımızda bizlere sadece duyduğumuzda üzüntü veren bir olay kalır. Oysa bağlamı içerisinde değerlendirmemiz gereken bu derin çığlık bizlere sadece acı değil büyük bir öfke ve hesap sorulabilirlik de vermelidir. Çünkü yaşam hakkı, kapitalizmin elimizden alamayacağı en temel haktır.

Uzun çalışma saatleri, teknoloji ile birlikte artan emek yoğunluğu sermaye için daha fazla kâr demektir. İpin diğer ucunda ise işçi sağlığı vardır ve ikisi arasında kalındığında sermayenin hangisini seçtiği çok açıktır. İşveren, işçinin hem fazla çalışmasını hem fazla üretmesini hem de maliyetin düşük olmasını bekler. Bu nedenle 50 işçinin ölümüne neden olsa da o 3. Havalimanı yapılır; metro inşaatında çalışan işçilere ekmek arası ıspanak reva görülür. O halde sınıflar arası ilişkide patronun payına artan üretim ve üretkenlik düşerken, emekçilerin payına azalan ücretler ve güvencesizlik sarmalında yaşanan iş cinayetleri düşer.

İş cinayetlerinin engellenmesindeki en mühim noktalar; toplu sözleşme, grev hakları ve sendikalardır. Fakat tüm bu hayati haklar emekçilerin elinden alınmış; işçi sağlığı, hak olma özelliğini yitirmiş ve maliyeti arttıran bir duruma getirilmiştir. 1980 kararlarıyla birlikte ihracata dayalı ekonomi modeline geçilmesi ile işçi ücretleri gelir olarak önemini yitirmiş, işçinin ücreti ve hakları işveren açısından ek bir masraf olarak görülmeye başlamıştır. Ve tabii ki sermayedarın ek bir masrafa tahammülü olmadığı gibi yiten bir canın pek bir önemi de yoktur.

20 yılda 30 bin iş cinayeti
İstihdamın biçimlerinin değiştiği, taşeron çalışmanın yaygınlaştığı, örgütsüzlüğün arttığı, işyerindeki tek söz sahibinin işveren olduğu, esnek ve güvencesiz çalışmanın arttığı ve işçi sınıfının derin bir sessizliğe mahkum edildiği piyasada hem meslek hastalıkları hem de iş nedeniyle yaşanan intiharlar yoğunlaşmaktadır. İş kazaları ve meslek hastalıkları nedeniyle yaşanan ölüm verileri SGK tarafından açıklanmaktadır. Fakat SGK tarafından kayıt dışı çalışanlar değil, sadece kayıtlı ölümleri paylaşılmaktadır. Dolayısıyla SGK’nın açıkladığı söz konusu sonuçlar noksan ve yanıltıcıdır. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), kayıtlı ve kayıt dışı çalışanların istatistiklerini tutmaktadır. İSİG’in verilerine göre, AKP döneminde iş cinayetleri nedeniyle yaklaşık 30 bin emekçi hayatını kaybetmiştir. Türkiye Uluslararası Çalışma Örgütü ILO istatistiklerine göre, bir “iş kazası sonucu ölüm” karşılığında yaklaşık altı “işle ilgili hastalık sonucu ölüm” olmaktadır. Ancak SGK ise her yıl 500 civarı meslek hastalığı tespit etmiş ve her yıl 5 ila 20 civarı meslek hastalığına bağlı ölüm açıklamıştır. Yani veriler yine açıkça çarpıtılmaktadır.

İş cinayetleri en fazla hızlı büyümenin ve dolayısıyla rekabetin hızla yükseldiği inşaat, mevsimlik işçilerin güvencesiz biçimde çalıştırıldıkları tarım, denetimlerin eksik olduğu ve ihmallerle binlerce işçinin canına sebep olan madencilik gibi sektörlerde yaşanmıştır. Sermayedar, piyasa içerisinde diğer sermaye gruplarıyla rekabet ederken, emekçiler de örgütlü halini yitirmiş; beyaz yakalı, mavi yakalı, yevmiyeci, çırak, stajyer, taşeron çalışan emekçiler şeklinde ayrılmış ve söz konusu emekçiler de kendi aralarında rekabet eder bir pozisyona sokulmuştur. Aynı işyerinde emekçiler arasındaki bu rekabet, emekçilerin sınıf aidiyetlerini yitirip, işyeri aidiyeti edinmelerine neden olmaktadır. Tüm bu parçalanmış sınıf yapısı, güvencesizlik ve denetimsizlik yaşanan cinayetleri arttırmaktadır.

Hep birlikte hatırlayalım: İnşaat işçisi Sıtkı Aydoğmuş, geçinemediği gerekçesiyle TBMM önünde kendini yakmaya kalkışmış ve alevler içindeyken son anda kurtarılmıştır. Olaydan 5 yıl önce çalıştığı şirkette üçüncü kattan aşağı düşen, yedi kaburga kemiği kırılıp, omuriliği ve kafatası zedelenen Aydoğmuş, yaşadığı olay üzerine çalıştığı şirketten tazminat alamamış, şirkete açtığı dava 5 yıldır sürmesine rağmen bir kazanım elde edememiş, bunun üzerine intihara kalkışmıştır. Kendini ateşe veren inşaat işçisi aslında Türkiye işçi sınıfının 2000’li yıllarda maruz kaldığı durumu ve derin iletişimsizlik halini anlatmaktadır: Memleketin her yerinde güvencesizlik ve sınıfsal eşitsizlik, kendini ölüm olarak var etmektedir.

Açıktır ki; güvencesiz, esnek ve kuralsız çalışma biçimlerinin bir diğer tarafı iş cinayetleridir. İş cinayetlerinin engellenmesi için en etkili iki yol, devletin ve sendikaların denetim ve yaptırımıdır. Rekabetçi işgücü piyasası denetimi azaltmakta, ucuz işçiliği arttırmakta, taşeronlaşmaya neden olmaktadır. Bu noktada siyasal iktidarlar, piyasanın adeta “azmettiricisi” haline gelerek iş cinayetlerini artmasına neden olmuşlardır. İş cinayetleri siyasal, ekonomik ve ideolojik tercihlerin sonucudur.

Yani ölüm, söylendiği gibi madencinin fıtratında yoktur. Çok güzel bir dayanışma örneği olsa da, işçinin canı fırtınanın hakim olduğu bir günde, motosikletiyle sipariş götürmeye çalışırken metrobüs şoförlerinin iyi niyetine bırakılacak kadar değersiz değildir. Emekçinin yaşam hakkı kimsenin niyetine teslim edilemeyecek kadar değerlidir. İş cinayetleri kaza, kader ya da fıtrat değil, devlet ve sermayenin daha fazla kazanç ve kâr nedeniyle emekçilerin sağlığı ve canları karşısındaki bilinçli ve kasıtlı bir tercihidir. AKP’li yıllar, cinayet mahallinin ta kendisidir. Katil ise el ele vermiş siyasal iktidarlar ve sermayedarlardır. Bugünkü direnişlere tam da buradan bakınca, dün beraber çay içtiğin arkadaşının ertesi gün hayatını kaybetmesi kulakları parçalayan bir çığlıktır. O çığlık bugün atılmıştır!

1.Çakır, M., (2015), “İşçi Sağlığı Mücadelesi Nereye Odaklanmalıdır?” Mesleki Sağlık ve Güvenlik, S.54-55, s. 88-94.

Sol.Org