İDÇ’de iş cinayeti sonrası: ‘Bu bambaşka bir acı’

İzmir Demir Çelik (İDÇ) fabrikasında 26 Temmuz günü meydana gelen iş cinayeti, Mekanik Bakım İşçisi Utku Karabaş’ı sevdiklerinden ayırdı. 1996 doğumlu, ailesinin göz bebeği, uysal, uyumlu, yeni evlenen, sevecen ve çalışkan çocuk artık yok. O, devasa bir demir çelik fabrikasının kuytu bir köşesinde ucuz bir şekilde öldü. Ucuz olsun diye yapılmış 380 voltluk seyyar bir projeksiyonun kopan teli, onu bir yılan gibi omuzunun altından ısırdığı anda yanında kimse yoktu, 5 metre aşağıdaydı ve karanlıktaydı. Arkadaşları, yüksek akıma kapılmış bedenini yerin altından güçlükle çıkarırken bir daha tesirinden kurtulamayacakları bir acıyı tecrübe ediyorlardı. “Ağabey arkadaşlar girdi çıkardı, hiç bu kadar ağır bir şey görmediklerini söylediler” diyor tanık işçilerden biri.

Utku Karabaş’ın cansız bedeni ertesi gün Adli Tıp Kurumundan alınarak Aliağa Merkez Camisinde kılınan cenaze namazı sonrası Aliağa Kabristanına defnedildi.

İDÇ YETKİLERİ AİLENİN YANINA GELMEDİ
Acılı babanın ve annenin feryatları ve gözyaşları defin süresince durmadı. Oğlunu İDÇ’nin kâr hırsına kaptıran anne ısrarla İDÇ fabrikasından bir yetkili aradı ve gelmesi için feryat etti. Hiçbir şeyin karanlıkta kalmasını istemediğini söylerken, sorumluların hesap vermesini istediğini belirtti.

Cenazenin ardından aile evinde taziye için toplanıldı. Acı olaydan bir gün sonra sıcak ve parlak 28 Temmuz günü ikindi vaktinde Aliağa Merkez Camisi kapısına ilk gelenler, çoğunlukla bakım işçileri ve çelikhane işçileriydi. İşçiler, sabahtan beri buradaydı, acılı ailenin evinde.

Cenaze kalabalıktı, Menemen’de ne kadar arkadaşı varsa gelmişti. Utku Karabaş yalnız kalmadı... Aliağa Merkez Camisinden mezarlığa kadar süren cenaze merasiminde görünüm şöyleydi...

BABA HALİT BEY...
Oğlunun iş arkadaşlarından oluşan kalabalık içinden 3 kişinin kolları arasında güçlükle ayakta durarak arada adım atarak cami kapısına gelebiliyor baba Halit Karabaş.

Omuzlarına dünyanın en büyük acısı binen bu yarı çökmüş, zar zor ayakta duran adam kendi arkadaşları tarafından da yalnız bırakılmıyor. Her biri yanına gelip hasretle, şefkatle, merhametle, kimisi kendini tutamayıp ağlayarak bu iki gözü iki çeşme ihtiyarın iki yanağından öpmeye çabalıyor. Belki düne kadar yaşlılık nedir hiç aklına gelmeyen adam arkadaşlarına ısrarla hep aynı şeyi soruyor. Adeta dünyadaki tüm şefkat duygularının biriktiği, yuvarlak bir ilaç şişesi gibi görünen ıslak gözleri arkadaşlarına doğru bakıyor ve diyor ki: “Ana gitti, baba gitti, kardeş gitti, böyle bir acı olmadı, bu bambaşka bir şeymiş, bambaşka... Allah’ım nasıl taşıyacağız bu yükü? Bu ne kadar ağır bir şeymiş...” Yine de sözleri hiçbir cevap beklemiyordu, kimse de teselli adına bile cevap veremiyordu...

ANNE GÜLTEN HANIM...
Anne Gülten Hanım babadan daha bitkin, kendini kaybetmiş ancak daha öfkeli geldi cami avlusuna. Daha doğrusu kadınlara izin verilen yere, cami kapısına kadar, orada banka otururken adeta yığıldı kaldı. Ancak saatler öncesinden gelen genç ve yaşlı kadınlar etrafına telaşla toplandı. Oğlunun tabutun içinde cansız ve ruhsuz yatmasını asla kabullenmiyor ve etrafta habire buna sebep olanları arayarak kabul etmeyeceğini haykırıyordu.

“İDÇ’den kimse yok mu? Nerde İDÇ’ciler, kimse gelmedi mi? Hadi bana hesap versin anlatsın, nasıl olduğunu, karanlıkta bırakmasın... Nerede İDÇ yetkilileri bir kişi bile yanıma gelmedi?” sözleri, acı feryatlar ve oğluna duyduğu bitmek bilmez hasretle havaya savurduğu meydan okumalar ile çoğalıyor. “Beni İDÇ’ye götürün, orayı başlarına yıkarım gerekirse, hesap verecekler” diyordu. Sahiden de Utku’nun iş arkadaşları bir yana (Onlar sabahtan ziyarete gelmişlerdi) ne bir İzmir Demir Çelik idarecisi ne bir sendika temsilcisi ortalıkta görünüp de bir yakının yanına sokuluyor, yalan da olsa teselli için konuşmaya cesaret ediyordu.

EŞ DOST AKRABA, HERKES UTKU’YU SEVİYOR
Burada bu vesile ile ilk defa bir cenaze namazında bu kadar kalabalık bir kadın katılımı görüldüğü rahatça söylenebilir... Sanki insanlar ilk defa genç birinin cenazesine gelmiş, ilk defa bir işçinin çalışırken öldüğüne tanık olmuş gibi gelmişlerdi. Bütün gözlerde yaşananlara inanamamış, olduğu yerde yabancı hissedenlere ait bir duruş vardı. Bütün bu görünümden kendisiyle hiç tanışmamış biri olarak Utku’nun yaşamı boyunca nasıl bir sevecenlik ve nezaket içinde büyüdüğünü, kendisinin ne kadar içten ve saygılı biri olduğunu çıkarmak hiç zor değildi.

İş cinayetine kurban giden işçilerin cenazesindeki o tanıdıklaşmış, kabul görmüş, sindirilmiş acı ne annesinde ne de buraya gelen genç kadınlarda vardı. Kimisi Utku’nun kimisi genç eşinin kimisi kardeşlerinin arkadaşı yakını olan bu insanlar cami avlusunda iş arkadaşları ile beraber Utku’yu yolcu etmeye gelmişlerdi.

İŞ ARKADAŞLARI
İşçilerin kıyıda köşede kalarak, bizimle bile yan yana gelmeyi bir tehlike gibi görmesi, uzaktan kaş gözle ya da mesajla kusura bakma diyerek geçiştirmesi, fabrika yönetiminin vahşiliğine dair fazlaca ipucu veriyor.

Daha ötesi ne olabilir bu durumun? Cinayeti görmelerine rağmen ifade edememek... Elbette arkadaşlarının bazıları ise önünde duran acı gerçeği görmezden gelmeyi yeğleyecek kadar ileri gidiyordu. İşçilerin korkusunun altında iki sebep vardır genelde. İlki ileri-geri konuşup da patavatsızlık yapmaktan geri durma kaygısı, ikincisi ne olduğundan emin olmasına rağmen bunu söylerse göreceği baskı ve tehditler...

İş cinayetlerinde herkesin kafasından başka bir senaryo geçer ve hepsi de hüsranla biter. Çünkü senaryolarında hep tek başınadırlar. İdareciler yarattığı algı ve yönetim şekli ile sendikalı da olsa işçileri tek başına birer kişiymiş gibi davranarak sorunlarını çözebileceğini söyler. Oysa bu bir yalandır. Bu yalan işçilerin göz bebeklerine kadar işlemiştir.

Ancak yine de aynı sorular herkesin kafasında dönüp durur bir süre: Aramızdan ayrılan masum, haksızlığa uğramış mazlum ruh, adalet beklemiyor mudur geride kalan sevdiklerinden? Arkadaşlarından? Meslektaşlarından?

Hem canı pahasına elinden alınmış kendi hakkı hem de geride kalanların sonraki yaşamları için adalet talep etmiyor mudur? Geride kalan sevenleri onu sevdikleri ölçüde kendilerine saygı duydukları ölçüde karanlıkta bırakmadan, hesap sorma gayesiyle Utku’nun yasını vicdani bir hisle huzura en yakın hissederek tutmak istiyorlar. Bunu annesine babasına eşine dostuna bakarak söyleyebiliriz.

Belki de sadece bir kişi hayatını kaybeden nazik ve sevecen işçinin adalet beklentisine bir şeytan kayıtsızlığı ile yaklaşacaktır.

ZAMANE VAHŞİSİ
Fabrika müdürü, üretim rekoruna ve minimum maliyet hesabına çıldırmış gibi tutulmuş, bu uğurda gözünü karartmış, fabrikayı bir köle kampına çevirecek kadar kuralsızlaşmış, gözü dönmüş iki müdürünün tedrisatından geçmiş birisi. İDÇ’ye gelmeden HABAŞ’ta çelikhanede müdür olarak çalıştığı süre boyunca kimi kıdemli işçinin demesine göre en az 25 işçi çeşitli sebeplerden ama bu insanların ‘kudretiyle’ ölmüştü.

Fabrika müdürü olarak İDÇ’ye gelip de çalışmaya başlayınca sadece oradaki kuralsız çalışmayı kural olarak benimsemiş amir-formen ekibini değil, sadece o vahşi kuralsızlığı da değil, iş cinayetlerini de getirmişti.

İDÇ müdürü her seferinde kadere bağlayarak soğuk kanlıkla karşıladığı işçi ölümlerinde değil, her türlü zorlu ve riskli işlerde de insanları bayılana kadar çalışmaya zorlarken tamamen kayıtsız bir robot, ruhsuz bir yaratık gibi davranıyordu. Tek bir şeye, “Daha fazla üretim daha az maliyet”e odaklanılmasını istiyor, herkesi böyle davranmaya zorluyor. Bir köle sahibinin gücünü parmaklarında hisseden müdür, fabrikayı kısa sürede büyütüp şirketin icra kurulu üyesi de olunca, işçilerin 70-100 katı para kazanmayı başardı. İDÇ’ye geldiğinden beri işçiler bayılarak, kazalarda sakatlanarak, aşırı yoğun çalışma ve fazla mesailerde fabrikaya kapanarak, düşük ücretle çalışmaya başladı...

CİNAYET MAHALLİ HALİNE GELEN FABRİKA
“Defalarca söyledik önemsemediler. Havasız ve kömür tozu çok fazla oluyor, boğuluyoruz, dedik, karanlık, bir şey görmüyoruz dedik. Defalarca iş bildirimi yazdırdık. Sözde İSG birimi var, başlarında da bir müdür. Ama İSG fabrikanın adamı olunca işçinin değil şirketin dediği oluyor. Yani her şey müdürde bitiyor. Bir iş yapılırken İSG başımızda durmuyor, denetlemiyor, hataları ve işçilerin riskli çalışmasını engellemiyor. Müdür emretmiş işçiye o iş olacak diyor ama işi yapmak için koşullar uygun değil. Odalarından çıkmıyorlar. Çalıştığımız yerde nefes alınmıyor, karanlık...

Seyyar bir projeksiyon koymuşlar 380 voltluk. Onun da kablosu kopmuş bir şekilde, uçları açıkta. Yani kim girse akıma kapılacak! Biz en başta elektrik akımına kapıldığını bilmiyorduk. Orda kovalamak denen bir düzenek var, oraya kaptırdı sandık. Beş kişi kucağımızda zar zor çıkarabildik. Şimdi kaderin tuhaf bir oyunu var. O değil başka bir arkadaş girse onun çocukları da var. Geride yetim de kalacaktı. Utku da evli, üstelik evin biricik çocuğu...”

Bu ifadenin en can sıkıcı yanı; çalıştığınız modern bir endüstriyel fabrikada onlarca tonluk makinaları vinçlerle kaldırıp tamir ederken de fabrikanın en yüksek noktasında gaz dedektörü alarmı viyak viyak öterken de ölümün sizi kuytu karanlık ıssız bir yerde bir anda ucuz bir şekilde haklayacak olmasıdır.

O projeksiyonun kablosu kopmuş halde işçiyi beklemesi ve terden sırılsıklam bir bedenin sol kürek kemiğinin altından yılan gibi ısırmayı bekliyor olması... Böyle bir yer bırakalım modern olmayı normal bir işletme bile değil ancak cinayet mahalli olabilir...

Turan Kara / Evrensel