Sınıf kavgası karar saatine yaklaştığında - Kansu Yıldırım

Dünya Bankasının verilerine göre yerküre üzerinde yaşayan yaklaşık 8 milyar insanın yarıya yakını, 3 milyar 620 milyonu proletarya ordusunun neferi. Devletlerin istihdam büroları, istatistik kurumları ve çalışma bakanlıklarının rakamlarıyla oluşturulan bu veri setlerinde, enformel sektörlerde kayıt dışı çalışan veya suç ilişkileriyle zorla çalıştırılarak bedenen sömürülen, 50 milyonu aşkın “modern köle” yer almıyor.

Küresel nüfusun yarısının işçileşmesine paralel olarak, sınıflar arası eşitsizlik ve katmanlaşma her geçen yıl daha da derinleşiyor. UBS’nin “küresel servet raporu”na göre, dünyadaki nüfusun yüzde 1’i tüm kişisel servetin yüzde 45’ine sahipken, yüzde 52’si sadece yüzde 1.2’sine sahip. Sınıf piramidinin en tepesindeki yüzde 1’lik kesimde 59 milyon kişi bulunurken, yüzde 52’lik kesim 2.9 milyar kişiden oluşuyor.

21. yüzyıla gelindiğinde kapitalist sınıflarla emekçi sınıflar arasındaki gelir ve servet eşitsizliği ivme kazanmış halde. Marksist İktisatçı Michael Roberts son 80 yılda büyük ekonomilerdeki gelir ve servet eşitsizliğinin daha da kötüleştiğine işaret eder. 1995'ten bugüne en tepede bulunan yüzde 1'lik kesim son 25 yıldaki tüm küresel servetin yüzde 38'ini elinde bulundururken, en alttaki yüzde 50'lik kesim bunun sadece yüzde 2’sine sahip. Dünyadaki en zengin 50 kişinin serveti 1995-2021 yılları arasında yılda yüzde 9 artarken, en zengin 500 kişinin serveti yılda yüzde 7 arttı. Ortalama servet ise aynı dönemde yüzde 3 ile bunun yarısından daha az bir oranda arttı.

Sömüren sınıfları daha çok zenginleştiren, kendi içerisinde çeşitli asalak tipolojiler oluşturan ve 4 milyara yakın insanı proleterleştiren kapitalist asimetrinin bir nedeni Batı emperyalist blokun üretimi ve serveti elinde tutması, diğeri ise piyasa despotizminin her yerde kökleştirilmesidir.

EŞİTSİZLİĞİN TARİHSEL KESİTLERİ
Dünya Bankasının eski başekonomistlerinden Branko Milanovic, “The Three Eras of Global Inequality, 1820-2020, with the Focus on the Past Thirty Years” başlıklı araştırmasında tarihsel olarak küresel eşitsizliğin üç dönemsel kesitini çıkarır. Bu kesitlendirme sömürgeciliğin ve emperyalizmin tarihsel seyirleri ile sınıflar arası eşitsizliğin ilişkisini gözler önüne sermesi açısından önemlidir. İlk dönem, ülkeler arası gelir farklılıklarının ve ülke içi eşitsizliklerin artmasıyla karakterize olan 1820-1950 yılları arası; ikinci dönem, küresel ve ülkeler arası eşitsizliğin çok yüksek olduğu 1950-1990 arası; üçüncü dönem ise, başta Çin olmak üzere Asya gelirlerinin yükselmesi sayesinde eşitsizliğin azaldığı mevcut dönemdir.

Milanovic, 19. yüzyılın başlarındaki Sanayi Devrimi’nden 20. yüzyılın ortalarına kadar, zenginliğin sanayileşen Batılı ülkelerde yoğunlaşmasıyla küresel eşitsizliğin derinleştiğini belirtir. Sömürgecilik dönemini izleyen Soğuk Savaş döneminde, yani dünyanın “Birinci Dünya”, “İkinci Dünya” ve “Üçüncü Dünya” şeklinde üç ekonomik gelişmişlik düzeyine ayrıldığı dönemde eşitsizlik zirveye ulaşır.

PİYASA DESPOTİZMİ
Emperyalist iktisadiyatın sermayenin sınırsız tahakkümü üzerindeki rolü büyüktür. Küresel Güney, Latin Amerika, Ortadoğu ve Güney Asya ülkelerinde piyasa despotizmini ve egemenliğini yerleştirmek amacıyla üretim tipleri ve sermaye birikim modelleri ihraç edilir. Bu da o ülkelerdeki emekçi sınıfların sermayenin biçimsel boyunduruğundan gerçek boyunduruğuna girişini tamamlar; yani emeğin sermayeye bağımlılığını artırır. İşçiler üzerindeki siyasi baskılar artarak iş gücü piyasaları daha esnek ve güvensiz hale gelir, daha düşük ücretler ve uzun çalışma süreleri piyasanın rasyonalitesine dönüşür.

Sendikal ve grev haklarını kullanamayan, ücret ve hak pazarlığı yapamayan işçilerin yoksullaşmasına paralel olarak sınıflar arası uçurum da artar.

Genel hatlarını betimlemeye çalıştığımız, tarihsel olarak, ilksel birikim süreçlerinden paternalist despotik biçimlere, uluslararası bağımlılık ilişkilerinden piyasa despotizmine kadar birçok farklı sömürü ve egemenlik şeklini barındıran sınıflar arası gelir ve servet eşitsizliğinin altındaki temel neden, kapitalist üretim tarzının dinamiğidir. Üretimin maddi araçlarının sermaye ve toprak mülkiyeti biçiminde işçi olmayanların elinde olması, kitlelerinse yalnızca kendi kişisel üretim koşullarının, emek gücünün sahibi olması gerçeğine dayanır. Ekseriyetle, kapitalistler kârlarını sermaye olarak biriktirirler; emekçiler ise ücretleriyle yeniden üretimlerini sağlamaya veya asgari ölçüde tasarruf gerçekleştirmeye çalışırlar.

TÜRKİYE’DE SINIFLAR
Küresel eşitsizliğin iz düşümlerini Türkiye’deki sınıf kompozisyonunda da görmek mümkün. Credit Suisse ve UBS tarafindan yayımlanan verilere göre Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik kesim ülkedeki servetin yüzde 40’ını alıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının verilerine göre Türkiye’de 18 milyona yakın işçi var, buna karşılık emekçi sınıfların servetteki payı giderek küçülüyor.

İstanbul Sanayi Odasının son açıkladığı en büyük 500 sanayi kuruluşu listesi de ekonomideki şirket egemenliğini gözler önüne seriyor. 2022 yılına ait İSO 500 listesinde şirketlerin üretimden satışları yüzde 119 (4 trilyon 485 milyar) ile en yüksek seviyeye ulaşırken, net katma değerden kârın aldığı pay yüzde 54.5’e yükseldi. Ancak net katma değerden işçilerin ücret olarak aldığı pay yüzde 26,9'a kadar geriledi.

Türkiye’deki sınıf eşitsizliğine yol açan ekonomik büyüme modeli de uluslararası sermayenin ve iş bölümünün dayattığı bir zorunluluk. Hakim birikim stratejisinin sorunsuz işlemesi için nüfusun tüm katmanlarıyla ve yaş gruplarıyla işçileştirilmesi, faal işçi nüfusuna ilaveten göreli artık nüfus ordusuna daha fazla insan eklenmesi hedeflenir.

İŞÇİLERİN BİRLİĞİ
Bangladeş’te yıkılmaya yüz tutan binalarda günlüğü ortalama 5 dolara çalışan tekstil işçilerinden, Kongo’da günde 1 dolara kobalt madenlerinde çalışan maden işçilerine; saat başı 1.46 dolara Silikon Vadisi şirketleri için görüntü etiketleme işi yapan Hintli veya Meksikalı göçmen işçilerden, Türkiye’de asgari ücretin çok altında 40 derece sıcakta şantiyede veya tarlada çalışan işçilere… Dünyadaki emek coğrafyasının büyük bölümünde, emek yoğun sektörlerde düşük ücretlerle ve ağır koşullarda çalışan milyonlarca işçi bulunuyor. Her gün ekmek kavgası veren işçiler için sınıflar arası eşitsizlik sadece iktisadi bir kategori değil. Siyasi ve toplumsal boyutlarıyla, bir emekçinin ve varsa ailesinin hangi koşullarda nasıl yaşadığını ve gelecekte nasıl yaşayacağını belirliyor.

Sınıflı toplum var olduğu müddetçe sınıflar arası eşitsizlikten bahsetmeye devam edeceğiz. Kapitalizm hüküm sürdüğü müddetçe asla tam istihdamdan ve insanca yaşamaktan bahsedemeyeceğiz. Bu düzeni tersine çeviremezsek, Suha Arın’ın Tahtacı Fatma belgeselindeki Orman İşçisi Ahmet Kara’nın dediği gibi “ne ölü ne sağ, arada” yaşamaya devam edeceğiz. Marx, bir metninde sınıf savaşından bahsederken “sınıf kavgası karar saatine yaklaştığında…” ifadesini kullanır. Karar saati çoktan geldi çattı. Sınıfın siyasal örgütlenmesidir, insanlığın kurtuluşu.

Evrensel