"İşverenin yükü hafifleyince işçinin nasıl kaybı olmaz?" - Mehmet Beşeli ile söyleşi

Birleşik Metal-İş sendikasından Beşeli, kıdem tazminatındaki olası değişiklikler konusunda hükümetten gelen, "kazanılmış haklar güvence altında" açıklamasına karşı şöyle diyor: "Kazanılmış hak sadece o hakkı kullanabilen bireyin değil, gelecek kuşakların da hakkıdır."

Yüce Yöney - Bianet

61. Hükümet Programı'yla gündeme gelen "kıdem tazminatı fonu"nu ve bu da dahil iş kanununda bir dizi değişiklik öngören "Ulusal İstihdan Stratejisi Belgesi"ni DİSK'e bağlı Birleşik Metal-İş'in Eğitim Uzmanı Mehmet Beşeli'yle konuştuk.
 
Yeni Hükümet Programı, kıdem tazminatıyla ilgili bazı değişiklikleri de gündeme getirdi. Örneğin yapılacak yeni düzenlemelerle, kıdem tazminatı tutarının her yıl için 30 gün yerine 20 yıl için altı maaşa indirilmek istendiği söyleniyor. Değerlendirir misiniz?
 
Kıdem tazminatı konusunda, tıpkı diğer işçi haklarında olduğu gibi, işçi sınıfının tepkisini bölmeye yönelik bir strateji uygulanıyor. Fon lafı bile işçileri tedirgin ederken, büyük sermaye örgütleri bir yıllık kıdem tazminatı tutarını 15 günlük kazanca indirme hazırlığına girdiklerini artık saklamıyorlar. Son olarak 20 yıla altı ay kıdem laflarıyla "eşeği kaybettirip, buldurma" oyunu oynamaya çalışıyorlar. İşin adını doğru koymakta fayda var: Kıdem tazminatı hakkına yönelik ciddi bir saldırı var ve şu an tartışılan seçeneklerin hiçbir var olan durumdan daha iyi değil.
 
Yeni düzenlemeyle kıdem tazminatının ödemelerinin oluşturulacak bir "Kıdem Tazminatı Fonu" üzerinden yapılması isteniyor. Bu fonun yönetimi ve denetimi kimde olacak?

Fonla ilgili hazırlanmış bir yasa tasarısı yok. 2003 yılında hazırlanmış bir tasarı vardı. Ulusal İstihdam Stratejisi bu tasarı ile örtüşen ifadelere sahip. O tasarıda fonun denetimi işverenlere bırakılmıştı.
 
61. Hükümet Programı'nda Fonun devlet güvencesinde olacağı, mevcut durumda işçilerin büyük bölümünün zaten kıdem tazminatı alamadığı, bir "fon" kurularak bunun garanti altına alınacağı belirtiliyor. Mevcut iş kanununu işletemeyen, kanunları işleterek işçinin hakkını almasını sağlayamayan bir devlet nasıl bir güvence veriyor? Öte yandan, fonda devlet güvencesi, devlete ek bir yük anlamına geliyor mu?
 
Sözü edilen fonun devlet güvencesinde olacağı konusu belirsiz. Çünkü dediğim gibi ortada bir tasarı yok. Devlet güvencesi, devlet katkısından ayrıdır. Güvence, fonun ödeme zorluğu durumuna düşmesi durumunda devletin garanti vermesi anlamına geliyor. Ödeme miktarı, ödeme şartları değiştirilen ve ödemelerde büyük yığılmaların olmayacağı biçiminde bir düzenleme düşünüldüğüne göre, bütçeye yük getirmesi söz konusu olmayacaktır. Bunun esas nedeni de sermayenin yükünü azaltmayı hedefleyen devletin, bunu kendi üstüne alarak değil işçilerin sırtına yıkarak yapma düşüncesinde olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir sermaye devleti olduğunun, işçi sınıfı üzerinde sermayenin diktatörlüğü olduğunun bir kanıtı da bu olsa gerek. Eski bakan Ömer Dinçer kriz döneminde, yani 2009 yılında 2,5 milyon işçinin işten atıldığını bunların yüzde 92'sinin kıdem tazminatı alamadıklarından yakınıyordu. Sanki bu yüzde 92'nin tazminat almasını sağlayacak bir düzenleme öneriyormuş gibi.
 
Fonun kurulması ve hayata geçirilmesi çalışma hayatındaki dengeleri nasıl etkiler?
 
Öncelikle bir noktanın altının çizilmesi gerekiyor. Babacan açıkladı, kazanılmış haklara dokunmayacağız, diye. Bu tür açıklamalar sık yapılır. Sosyal güvenlik yasasında da yapılmıştı, başka konularda da. Kazanılmış hakkı bireyin hakkı olarak görmeye alışmışlar. Sermayenin sınırsız egemenliği ve diktatörlüğünü savunanların kazanılmış haklar konusuna başka türlü yaklaşmaları mümkün değildir. Oysa ezilen sınıflar ve halklar açısından kazanılmış hak, kendi atalarının zorlu mücadelelerle elde etmiş oldukları haktır; dolayısıyla kendi payları yoktur ve yeni hak kazanmayı başaramıyorlar ise en önemli görevleri, atalarından aldıklarını çocuklarına ve torunlarına devretmektir. Bu nedenle kazanılmış hak sadece o hakkı kullanabilen bireyin hakkı değil, gelecek kuşakların da hakkıdır. Bizim onun üzerinde pazarlık yapma yetkimiz yoktur. İsveç'te kamu konutlarını özelleştirmeye kalktıklarında, bunu söz konusu konutlarda oturanlara teklif ettiler. Aldıkları yanıt özelleştirmecilerin yüzlerini kızartmış olmalı: "Bu konutlar bizim değil, bizden sonra burada oturacaklarındır. Biz bu konuda karar veremeyiz."
 
Kıdem tazminatı fonu, esnek çalışmaya yeni yasal düzenleme, bölgesel asgari ücret, "Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi" çerçevesinde tartışılan konular... 

Ulusal İstihdam Stratejisi çok açık: Kıdem tazminatı işverenlerin üzerinde yüktür, bu yükü hafifletmek gerekir, diyor. Sadece binde 66'lık damga vergisi kesintisi olduğu bir yerde, yani devletin işin içinde olmadığı bir ödemede, işverenin cebinden çıkıp işçinin cebine giren bir paranın yükü hafifletilir de burada işçilerin nasıl kaybı olmaz? Bu kocaman bir yalandır. Onlar şöyle düşünüyor: Yasa çıktığı tarihe kadar çalışanlar eski yasa hükümlerine göre tazminatlarını işverenlerinden, yasa çıktıktan sonra ise fondan alacaklar. Bu kazanılmış hakkın yasa yürürlük tarihi ile ortadan kaldırılması ve dolayısıyla kırpılması değil midir? Kazanılmış hak kırpılmış olunca korunmuş olmaya devam mı edecektir? İşçi sınıfı açısından bakıldığında tam bir hak kaybı söz konusudur.
 
2000'li yıllarda hazırlanan ama yasalaşmamış tasarılarda kıdem tazminatıyla ilgili ne tür düzenlemeler öngörülmüştü?
 
2003 tasarısına göre kıdem tazminatı miktarının şöyle düzenlenmesi öngörülüyordu: "İşçilere veya hak sahiplerine Fon'a prim ödenmiş olan her tam yıl için prim hesabına esas olan ücretinin otuz günü tutarında kıdem tazminatı ödenir. Kıdeme esas alınacak ücret işçinin çalıştığı ve adına prim yatırılan son takvim yılının ortalamasıdır. Tazminatın alt sınırı asgari ücret, üst sınırı ise en yüksek devlet memuruna ödenen azami emeklilik ikramiyesidir."
 
Burada dikkat edilmesi gereken nokta 2003 tasarısının kıdem tazminatı miktarını düşürmesi ve tazminat tavanının korunmasıdır. Bunu iki yolla yapmaktadır: Birincisi işçinin son ücreti üzerinden değil son takvim yılının ortalamasını esas almaktadır. İkincisi ise 30 günlük ücret tutarında tazminat ödenmesi düzenlemesi, şu an yürürlükte olan kıdem tazminatına esas ücretin hesaplanmasında dikkate alınan "ücrete ilaveten işçiye sağlanmış olan para ve para ile ölçülmesi mümkün akdi ve kanundan doğan menfaatleri dışarıda bırakmasıdır. Bu nedenle ikramiye, sosyal ödemeler, ayni yardımların hepsi kıdem tazminatı hesaplamasından esas alınacak ücretin dışında tutulmakta, işçinin çıplak ücreti esas alınmaktadır.
 
İşverenlerin, işveren örgütlerinin taleplerinde bir homojenlik var mı?
 
Sermayenin kendi içinde fon konusunda bir bölünme var. Büyük sermaye fona karşı olduklarını, sürenin 30 günden 15 güne düşürülmesi gerektiğini defalarca açıklamışlardır. Onların gerekçeleri öncelikle kayıt dışı işletmelerin fona para ödemeyecekleri ve bunların işçilerinin de fondan tazminat alacağı biçimindedir. Fon tasarısına göre bu mümkün değil. İkinci itirazları daha önemli ve bütün niyetlerini açığa vuruyor. Kıdem tazminatının her türlü işten atılanın hak edeceği bir uygulama olmasının, işyerinde disiplinle ilgili sorunlar çıkarabileceğini söylüyorlar. Bugün tazminatsız fesih, yani 25/II uygulamasının korunması taraftarılar. Bu sürdürülmez ise işçilerin kendilerini dinlemeyeceğinden, isyankâr olacağından endişe duyuyorlar. Suçlarını itiraf ediyorlar: Sorun sadece disiplin değil, örgütlenme ve sendikalaşma ile ilgilidir. Onların asıl korkuları, kıdem tazminatını kaybetme endişesi taşımayan işçilerin daha hak arayan, sesini çıkaran ve örgütlü mücadeleyi tercih eden işçiler haline gelmesidir. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte büyük sermaye ve örgütleri iki noktaya yüklenecektir: Birincisi, tazminat hak etme şartlarının aynı kalması ama sürenin 15 güne düşürülmesi. İkincisi de, fon olacaksa, iş sözleşmesi her ne koşulda sona ererse ersin her işçinin bunu hak etmesinin engellenmesi. Örneğin istifa edenlerin, evlenen kadın işçilerin kapsam dışı bırakılması, sermayenin bu mücadelesinin başlıklarını oluşturacaktır.
 
Tartışmaların sürdüğü bu aşamada nasıl bir düzenleme öneriyorsunuz?
 
Hükümetin gerekçeleri üzerinden düşünülecek olursa, kazanılmış hakların korunacağı, kıdem tazminatı alamayanların da tazminat alabileceği gerekçelerine dayanarak neden şöyle bir fon önerisi yapılmıyor, sormak gerek: "Kıdem tazminat fonu işverenlerin ücret ve ücrete  ilaveten işçiye sağlanmış olan para ve para ile ölçülmesi mümkün akdi ve kanundan doğan menfaatlerinin yıllık toplamının onikide biri oranında yatırdıkları primlerden oluşur. Bir yıllık bekleme süresini dolduran ve adına fona prim yatırılan her işçi, iş sözleşmesi feshedilmesi şartı aranmaksızın, kendi hesabına yatırılmış olan tazminatı, nemalarıyla birlikte alabilir. İşçi isterse bu paranın bir kısmını hesabından çekebilir. Kıdem tazminatı fonuna başvuran ancak hesabına para yatırılmadığı öğrenilen işveren hakkında, ödemesi gereken aylık primin 10 misli tutarında ceza kesilir."
 
Böyle bir fon hem işçinin kazanılmış hakkını korur, hem faydalanamayanların faydalanmasını sağlar, hem de hakkın gelecek kuşaklara daha da gelişmiş olarak aktarılmasını sağlar.
 
Bölgesel asgari ücret uygulamasının ekonomik ve toplumsal sonuçları ne olabilir? Daha önce 1951-1974 arası uygulanan bölgesel asgari ücreti eşitlik ilkesine aykırı olduğu için 1974'ta Anayasa Mahkemesi iptal etmişti. Bugün gerçekleştirilmesi düşünülen uygulamayı bu çerçevede değerlendirir misiniz?
 
Bölgesel asgari ücret önerisi burjuva hukukunun yasalar önünde eşitlik yalanının yıkılmasından başka bir şey değildir. Artık eşit TC vatandaşları olmadığımızın en açık kanıtıdır. En azgın kapitalistlerin dile getirdiği, asgari ücretin kaldırılması, "özgür sözleşmeler" yoluyla belirlenmesine bir adım daha, üstelik devlet eliyle yaklaşılmasıdır. Kapitalistler arası rekabetin kilit noktası, karşılığı ödenmemiş emek gücü miktarını, sömürüyü artırabilmektir. Günümüzde bu ağırlıklı olarak birim ücret maliyetlerinin düşürülmesi olarak da adlandırılan göreli artı değer sömürüsü denilen biçimde gerçekleşmektedir. Bölgesel asgari ücret önerisi ise, birimde değil toplamda ücret maliyetlerini düşürmeyi hedeflediği için mutlak artı değer sömürüsünün artırılması önerisidir. Bunun arkasından, bölgesel enflasyon hesaplamaları vb. gelecektir.
 
Esnek çalışma çerçevesinde yarı zamanlı işçi, uzaktan çalışma gibi farklı modellerin çalışma hayatına girmesi istihdam sorununu çözer mi? Bu çalışma biçimlerinin işçilerin kayıt dışı çalıştırılmasını engelleyeceği iddia ediliyor...
 
Dünya çapında ve bu topraklarda mülksüzlerin sayısı her geçen gün inanılmaz bir hızla artıyor. Mülksüzlerin sayısal ve oransal artışı, işe olan talebi de artırıyor. Bu büyük dönüşüm, siyasal, toplumsal, ekonomik ve hatta sendikal krizleri tetikleyen temel nedendir. Kapitalizm sömürebildiğinin çalışmasına izin verir. Sömüremiyor ise (örneğin kriz durumunda) ya da sömürü oranları düşüyor ise (işçilerin direnişi gibi nedenlerden dolayı) çalıştırmaz. Nüfusun çalışmak ihtiyacında bölümünün ihtiyaçları kapitalizm için herhangi bir anlam taşımaz. Nüfusun giderek artan bir kesimi çalışmıyorken, bundan biraz daha büyük bir kesiminin örneğin haftada 45 saat çalışması ya da fazla mesailerin yasal sınırlarının kat be kat artması ya da yıllık ücretli izinlerin yasaya aykırı biçimde kullandırılmaması gibi saçmalıklar kapitalizmin işleyişinin doğal sonuçları olarak karşımıza çıkıyor. Ama diğer taraftan mülksüz sayısındaki artış iki temel etki yaratıyor. Birincisi proletaryanın toplumsal varlığı büyüdükçe toplumsal ve siyasal tehdit büyüyor. kapitalizmin geleceğini düşünen kapitalist devletin adamları ve kadınları bunu dert ediniyor. İkincisi, proletaryanın büyümesi, proletaryanın kendisini tehdit ediyor. Ücretler, çalışma süreleri, çalışma koşulları üzerindeki basınç, rekabet arttıkça artıyor. Gaz odasındaki Yahudiler örneği gibi, herkes birkaç saniye sonra öleceğini bilmesine rağmen bir diğerini aşağıya çekip odanın tavanına yükselmeye çalışıyor.
 
Esnek çalışmada yeni modeller yaratma çabaları neden kaynaklanıyor?
 
Esneklik diye adlandırılan ama aslında tüm proletaryanın kuralsızlık, güvencesizlik ve işsizliğe (gizli işsizlik dahil) mahkûm edildiği yeni çalışma koşullarının ardında yatan temel neden şu: Kapitalizm tüm çalışma ihtiyacında olanların talebini karşılamaktan uzak olduğu için çalışma ihtiyacında olanlara ve çalışanlara şöyle sesleniyor: Bir gelir elde etmek istiyorsanız çalışacaksınız. Ama sizin çalışmanıza da ben izin veririm, koşullarınızı ben belirlerim. Güvence istemeyin, kural istemeyin. Benim üretimdeki ihtiyaçlarım kadarını karşılayın yeter. Yaşamınızı nasıl devam ettirirsiniz, o benim sorunum değil. Yaşamanıza yetecek kadar gelir elde edemiyorsanız, daha fazla çalışmayı deneyin. Yarım gün benim yanımda, yarım gün de benim bir başka sınıf kardeşimin yanında çalışın. Çalışma günü yetmiyor ise, uyku zamanınızdan fedakârlık yapabilirsiniz. Ama ertesi sabah işe geldiğinizde verimliliğinizin düşmesine izin vermem. Kayıt dışılık konusuna gelince, kayıt dışı diye adlandırılan sektörün büyük bir bölümü zaten kayıtlı sektörün uzantısıdır. Bu birincisi. İkincisi kuralsız ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması demek, kayıt dışı sektörün kurallarının istisna olmaktan çıkarılıp genel kural hatta yasa haline getirilmesi demektir. Devletin vergi alması ve işyerlerini denetlemesi, işçilerin sömürüsünün yoğunlaşması ile sağlanıyor demektir.
 
İşverenin 25 yaş altındakileri çalıştırırken dört ay deneme süresi koyabileceği düzenlemelerden söz ediliyor. Dört ay deneme süresi çalışanlara ve işverene ne gibi olanaklar yaratabilir?
 
Deneme süresi, 4857 sayılı yasada deneme süreli iş sözleşmesi olarak tanımlanmaktadır ve süresi iki aydır. Toplu iş sözleşmeleri ile 4 aya kadar artırılabileceği öngörülmüştür. Deneme süresi denildiğinde sanki bir iş için yapılan deneme gibi yanlış bir algı oluşmaktadır. Yasada kastedilen 2 aylık işgücü ihtiyacınızı bu sözleşme türü ile karşılayabilirsinizdir. Günümüz koşullarında, teknolojik gelişmenin de sonucu olarak, işyerlerinde kullanılan vasıflar düşmüştür. İşin öğrenilmesi için gereken süreler kısalmıştır. İşçinin kişilik özelliklerinin sınanması ise 2 ay değil 20 yılda da mümkün olmayabilir. İşçi çok uyumlu söz dinleyen biri iken, işyerinde ve dışarıda yaşadığı sorunlar ve stres nedeniyle kendini kaybedebilir ve kişiliği pek ala değişebilir. Deneme süreli sözleşmeler, güvencesizliğin en uç noktalarından biridir. Ücretler asgari ücret düzeyindedir, işçinin üzerindeki baskı çok fazladır, kadroya geçme hayaliyle insana yaraşır çalışma koşullarının ortadan kalktığı bir sözleşme türüdür. 2 aylık olan bu sürenin, bir de 25 yaşın altındaki belki de ilk defa işgücüne dahil olacaklar için 4 aya uzatılması talebi, sirk hayvanı terbiye yöntemlerinin işçiler üzerinde kullanılmasından başka bir anlam taşımamaktadır.