İşçi sınıfı güvencesiz bırakılıyor - Mehmet Beşeli ile söyleşi

Kızılbayrak

DİSK'e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Beşeli ile gündemdeki “Ulusal İstihdam Stratejisi” ve bu saldırı stratejisine bağlı olarak planlanan saldırılar ile hedefleri üzerine konuştuk.
 
Saldırılarla işçi sınıfının kuralsız ve güvencesiz çalıştırılmak istendiğini vurgulayan Beşeli, ortak bir mücadele cephesinin kurulması gereğinin altını çizdi.
 
- AKP hükümetinin “Ulusal İstihdam Stratejisi”ni nasıl değerlendirmek gerekir?

- Ulusal İstihdam Stratejisi’nin resmi hedefi istihdamın artırılmasıdır. Bir diğer deyişle işsizliğin azaltılması. Aslında bu hedef koymak değil, sorunu tespit etmekten başka bir şey değildir. Sorun kapitalizmin en temel ve çözemeyeceği bir sorundur. İçinde yaşadığımız dünyada, işsizlik sorununa yönelik kapitalist çözüm önerileri bir bütün olarak proletaryanın çalışma ve yaşama koşullarını kötüleştiren öneriler olmak zorundadır. Kapitalizmin amacı istihdamı değil, sömürüyü artırmak olduğu için ve kapitalizm esas olarak göreli artı-değer sömürüsüne dayandığı için daha fazla istihdam sistemin işleyişine içkin değildir. Göreli artı değer sömürüsü, emek gücünün makineler karşısında gerilediği, daha az canlı emekle daha büyük miktarlarda artı değerin üretildiği bir sömürüdür. Daha fazla artı değer üretimi, daha fazla artı nüfus üretimidir.
 
Nüfusun büyük bir bölümünü proleterlerin oluşturduğu bir dünya burası. Sistemin nüfusu besleme gibi bir derdi yok. Beslenmek için kendi emek gücünü kapitalistlere satmaktan başka çaresi olmayanlar yani proletarya, izin verildikçe çalışan, çalışması sermayeye artı-değer yaratma şartına bağlı kılınan dolayısıyla da yaşamları da şarta bağlı kılınmış bir sınıftır. Kapitalist egemenlik gelişip güçlendikçe proletaryanın yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşmesi sistemin bu temel işleyişinden kaynaklanıyor. Daha fazla artı değerin üretilip, daha büyük bir artı nüfusun oluşması ve bunların yaşam koşullarının bir bütün olarak gerilemesi, maddi ve manevi anlamda yoksullaşması kapitalistler ile proletarya arasındaki temel çelişkidir ve savaş koşuludur.
 
Bu nedenlerle işsizliğin kapitalist çözüm girişimleri, bir bütün olarak proletaryanın yaşama ve çalışma koşullarını kötüleştirmek sonucunu ortaya çıkarmaktan kaçınamazlar. Ulusal İstihdam Stratejisi’nin hedef ve politikaları incelendiğinde de bu gözükmektedir. Stratejinin odağında “esneklik” yer almaktadır. Esneklik proleterlerin tüm çalışma koşullarının sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesidir. Sermayenin egemenliğinin sınırlanması için uzun ve zorlu mücadeleler ile kabul ettirdikleri kural ve güvencelerin geri alınması, ortadan kaldırılmasıdır. Kuralsızlık ve güvencesizliğin temel işleyiş haline getirilmesidir. Kurgu şöyledir: Çalışma yaşamının kuralları ve güvenceleri işgücü maliyetlerini yükseltmektedir. Dolayısıyla sermaye daha fazla işçi çalıştırmak yerine daha az işçiyle çalışmayı tercih etmektedir. Eğer kural ve güvenceleri esnek bir yapıya kavuşturur isek sermaye daha fazla işçi istihdam eder.
 
Bu kurgu kapitalizmi bilmeyen bir kurgudur. Hiçbir sermayedar maliyeti ucuzladı diye daha fazla işçi çalıştırmaz. Kapitalistler arası rekabette öne geçmenin koşulu birim maliyetleri düşürebilmektir. O nedenle kapitalistler sabit sermayeye giderek daha büyük paralar yatırırlar, canlı emeğe olan bağımlılıklarını her geçen gün azaltırlar.
 
Diğer taraftan bu kurgu sermayeye hizmet eden bir kurgudur. Çünkü sermaye canlı emek gücünün vasıflarına olan ihtiyacı asgariye indirdiği (vasıfsızlaştırma) ve göreli ücretleri asgariye düşürdüğü ölçüde canlı emek gücüne olan bağımlılığını da azaltmıştır. Üretimin kolektifleşmesi nedeniyle de işçi sirkülasyonu ya da işçi ikamesi daha kolay hale gelmiştir. İş tecrübesi, meslek bilgisi vb. özellikler kısa sürede kazanılabilir hale geldiğinden tam zamanlı yerine kısmi zamanlı, sürekli yerine geçici işçiliklerle de idare edebilir durumdadır. Ulusal İstihdam Stratejisi tam da sermayenin bu gereksinimine yanıt vermektedir. Vasıfsızlaşan, bireysel yetenekleri önemsizleşen, kolektif işçi haline dönüşen, meslek, eğitim vb. özellikleri ortalamaya gerileyen proleter nüfusun beslenme, yani çalışma talebini tüm proletaryanın haklarını gerileterek karşılamayı hedefleyen Strateji işsizliği azaltmak bir yana özünde işçilerin koşullarını işsizlerin koşullarına yakınlaştırma hedefi taşımaktadır.


Hedefte kuralsızlık ve güvencesizleştirme var”
 
- AKP hükümeti ve sermaye neyi hedefliyor?

- Söylediğim gibi hedefte işçi sınıfının bir biçimde sermayeye kabul ettirdiği ve sömürüyü belirli ölçülerle sınırlayan kural ve güvencelerin ortadan kaldırılması vardır. Bu çerçevede öncelikli adım İş Yasası’nda atılacaktır. 2003 yılında esneklik hükümleriyle yeniden yazılan İş Yasası, bu dönemde yeni biçimlerle de güçlendirilmiş bir esneklik metni haline dönüşecektir.
 
Esneklik kavramı yaşanacak süreci tam olarak anlatan bir kavram değil. Esnekliğin işçi sınıfının hayatında yaratacağı somut sonuç, sermayenin karşısında her türlü kural ve güvenceden yoksun bırakılmaktır. Dolayısıyla esneklik yerine “kuralsızlık ve güvencesizlik” kavramlarını kullanmalıyız.
 
Kuralsızlık ve güvencesizlik hangi alanlarda daha somut olarak hissedilecektir diye soracak olursak örneğin bireysel iş sözleşmesi türleri sayı olarak çoğalacaktır. Geçici iş sözleşmeleri, kısmi süreli iş sözleşmeleri, deneme süreli iş sözleşmeleri vb… Yine aynı şekilde, çalışma süreleri, yıllık ücretli izinler, fazla çalışmalar, ara dinlenmeleri gibi alanlarda kuralsızlık genel kural haline getirilecektir.
 
- Saldırıyı meşrulaştırmak için “Kazanılmış haklara dokunmayacağız”, “Tarafları mağdur etmeyecek bir düzenleme yapacağız” demagojileri yapılıyor. Bu söylemlere ilişkin düşünceleriniz neler?
 
- Kazanılmış hak kavramı, sermaye ve yandaşları tarafından bireyin hakkı olarak tanımlanmaktadır. Kıdem tazminatı ve emeklilik tartışmalarında bunu açık biçimde gördük. Kazanılmış haklara dokunmayacağız dediklerinde, o gün itibariyle o hakkı kullananların bu hakkı kullanmaya devam etmelerini, kazanılmış hakların korunması olarak yutturmaya çalışmaktadırlar. Kazanılmış hak adı üstünde ya o hakkı kullananlar ya da onlardan öncekiler tarafından kazanılmıştır. Dolayısıyla geçmişle ilgilidir. Ama esas olarak gelecekle ilgilidir. Çünkü eğer bir hak bir kuşaktan diğerine aktarılamıyor ise kazanılmış hak olma vasfını da yitirmiş demektir. Bizler, çocuklarımızın ve torunlarımızın haklarını kullanıyoruz. Bugün itibariyle bunu geliştirmeyi beceremiyor isek, yapmamız gereken bu hakları zedeletmeden onlara ulaştırabilmektir. Onların hakları üzerinde pazarlık yapmak bizim işimiz değildir.
 

“Sermaye kıdem tazminatını sopa olarak kullanıyor”
 
- Kıdem tazminatına ilişkin saldırıda öngörülen “fon” konusunda sermaye içinde farklı görüşler olduğu da belirtiliyor?
 
- 2002 yılında gündeme getirilen ve 2003’te yasalaşan İş Kanunu tasarı halinde iken kıdem tazminatı fonu kurulması yönünde bir taslak da hazırlanmıştı. Yasa tasarısının görüşülmesi esnasında taraflar, tasarıyı hazırlayan “Bilim Kurulu” ile birkaç kez bir araya geldiler. Bu toplantılardan birinde TİSK temsilcisi fona karşı olduklarını, aynı yararlanma koşulları ile sürenin 30 günden 15 güne düşürülmesini istediklerini söyledi. Toplantıya katılanların çoğu şaşırdılar. Bu görüşü açıkça uzun bir süre gündeme getirmediler, artık yayın organlarında bile yazmaya başladılar. Bu talebin özellikle büyük sermayenin talebi olduğu ortada. TİSK temsilcisi primi biz ödeyeceğiz, dolayısıyla başka işverenlerin tazminatını da biz ödemiş olacağız diye aralarındaki farklılaşmayı ortaya koyuyordu. Bugünlerde büyük sermayenin örgütleri başka gerekçeler de ortaya koyuyorlar. Kıdem tazminatı fonu kurulur ise, tazminatsız işten atılanlar da, kendi isteği ile işten ayrılanlar da tazminat alır bu da işyerlerindeki disiplini sarsar. Aynı kişiler diğer taraftan kıdem tazminatının pek çok ülkede olmadığını da söylüyorlar. Peki nasıl oluyor da oralarda disiplin sorunu çıkmıyor?
 
Aslında bu açık bir itiraftır. Sermaye kıdem tazminatını işçileri sindirmenin, onların örgütlenmesini engellemenin sopası olarak kullandığını itiraf etmiş oluyor. İşçileri işyerine bağımlı kılarak onların karşısındaki pazarlık gücünü artırdığını itiraf etmiş oluyor. Fondan ödeme yapıldığında işgücü hareketliliğinin biraz daha serbest hale geleceği ve bunun ücretleri yükselteceğinden korkuyorlar. Şu an itibariyle, büyük sermaye ikili bir strateji izliyor. Fon tartışmasını zemin yaparak, 30 günlük süreyi 15 güne indirmeyi hesaplıyor. İkinci olarak, eğer fon gündemde kalırsa, bu kez de fondan yararlanma şartlarına sınır getirmeye çalışıyor.
 
 
 
- Kıdem tazminatına ilişkin tartışmalar sürerken, şimdi de işsizlik fonunda yeni düzenlemelerin yapılması gündeme alındı. Bu yeni düzenlemeye ilişkin görüşleriniz neler?
 
- Bu konuyla ilgili Strateji belgesinin içinde yazılanların dışında şu an için fazla bir bilgiye sahip değiliz. Orada söylenen, işsizlik ödeneği üst sınırının asgari ücretin 1,5 misline çıkarılacağı ve ödeme koşullarının değiştirileceği ve ücretinin ilk 3 ay yarısını, sonraki 3 ay yüzde 40’ını ve geri kalan sürede ise yüzde 25’ini ödeneceği biçiminde. Bunun ardındaki mantık işsizlik ödeneğinin ödenme süresini düşürebilmek. Özellikle ilk 3 aylık dönemde varolan ödeneğe göre bir artış söz konusu olsa da beklenti, ödenek alanları en kısa sürede işe dönmeye zorlamak. Bu devletin, işsizlere iş bulma işini terk etmesi anlamına da geliyor. İşsiz geçen süredeki ücretini aşamalı olarak düşürerek işsizleri çalışmaya zorlayacağını zannediyor.
 
İşsizlik fonunda çok büyük miktarda paralar toplanıyor. Bu fonla, işsizlik ödeneğinin hem miktarını artırmak hem de süresini uzatmak mümkün. Aynı şekilde yararlanan kitleyi de genişletmek mümkün. Seçilen yol ise tersi.
 

“Yeni bir mayalanma süreci başlıyor”
 
- Yeni esneklik modelleri nelere yol açabilir?

- Esneklik, yani kuralsız ve güvencesiz çalışmanın son 20 yıldır çok tartışılıyor olması bunun yeni bir şey olduğu gibi bir inanç yaratıyor. Oysa bu çalışma biçimlerinin tarihi kapitalizmin ortaya çıktığı döneme kadar uzanıyor. Kurallar ve güvenceler, işçilerin mücadelesi sayesinde sermayeye ve devletine kabul ettirilmiş. İçinde bulunduğumuz dönemde, bu antikanın müzeden çıkarılıp işçilere dayatılmasının sınıflar mücadelesi ile yakın ilgisi var. Öncelikle proletarya sayıca kalabalıklaştı. Proletaryanın nüfus içindeki oranı kapitalizmin tarihi boyunca hiçbir zaman bu düzeye ulaşmamıştı. Proletaryanın çoğalması, kalabalıklaşması proleterler arasındaki rekabeti körükleyen bir etki yaratıyor. Herkes birbirinin ayağından asılıyor. Sermaye egemenliğini ortadan kaldırmaya ve proletaryanın iktidarını kurmaya yönelik bir kurtuluş hareketinin yaygın olmadığı koşullarda sermaye egemenliğinin kaçınılmaz olarak sınır tanımaz niteliği ile karşı karşıya kalıyoruz. Bütün bunlar, sermayenin daha önceden kendisine konulan kuralları ve işçilere yönelik güvenceleri önce fiili olarak sonra da yasal düzenlemelerle geriletmesinin temelini oluşturuyor. Ama bu süreç aynı zamanda yüz yılı aşkın bir süredir birbirinden ayrı bölükler gibi yaşayan böyle yaşadıkları için de kendilerini aynı sınıftan görmeyen proleterlerin yeni bir mayalanma sürecini başlatıyor. İşsizlik 1960’lardaki işçiler için istisnai bir durum iken, bugün daha 25 yaşındaki işçiler 6. 7. işlerinde çalışıyorlar. Kısacık çalışma hayatlarında, işsiz kaldıkları süreler artıyor. Proletaryanın farklı durumları arasındaki geçişkenliğin artışı, tek tek proleter bireylerin bu farklı durumlarda ve duraklarda yaşaması ve beklemesi sınıf bilincinin yeni yükselişinin nesnel zeminini oluşturuyor. Geçmişte kendisini gördüğü eğitim nedeniyle diğer proleterlerden farklı gören bir mühendise, doktora hayat teorik olarak değil, pratik olarak proleter olmanın ne demek olduğunu fabrikada işçi, sokakta seyyar satıcı, uzun süreli işsiz ya da başka bir ülkede fahişe olduğunda öğretiyor.
 
İşin diyalektiği açısından bakacak olursak esneklik proletaryaya başka bir şeyi daha öğretmek durumunda. Bugün ulaşılan teknolojik gelişme düzeyi toplam çalışma süresinin keskin biçimde düşmesini zorunlu kılıyor. Bu boş zamanın artması demek. Kapitalizm koşullarında boş zaman iki temel sınıf açısından aynı etkiyi yaratmıyor. Burjuvazi ve uşakları boş zamanı zenginliğin, ihtişamın, sanatın, kültürün kendisi olarak yaşar iken proleter açısından boş zaman açlık, sefalet, yıkım vb. biçiminde yaşanıyor. Bugün boş zaman artıyor ise ve fakat çoğunluk için ızdırap, azınlık için zevk nesnesi haline geliyor ise boş zamandan değil boş zamanı nüfusun büyük çoğunluğu için ızdıraba çevirenlerden kurtulmanın maddi koşullarının oluştuğunu görmemiz gerekiyor.
 
Tüm bu tartışmalar, boş zamanın tüm insanlığın zenginliğinin kaynağı haline geldiği sınıfsız toplumun kapısını çalmakta olduğumuz gerçeğini bize bir kez daha hatırlatmalı.
 
- Bu saldırıya paralel olarak dillendirilen bölgesel asgari ücret uygulaması nasıl sonuçlar yaratır?

- Bölgesel asgari ücret önerisi burjuva hukukunun yasalar önünde eşitlik yalanının yıkılmasından başka bir şey değildir. Artık eşit TC vatandaşları olmadığımızın en açık kanıtıdır. En azgın kapitalistlerin dile getirdiği asgari ücretin kaldırılması, “özgür sözleşmeler” yoluyla belirlenmesine bir adım daha, üstelik devlet eliyle yaklaşılmasıdır. Sermayenin coğrafi dağılımındaki eşitsizliğin bölgesel asgari ücret gibi uygulamalarla ortadan kaldırılması söz konusu olamaz çünkü sermayenin yatırım kararını etkileyen ücret dışında çok sayıda faktör vardır.
 
Bölgesel asgari ücret girişimi son 30 yıllık süre içinde küresel kapitalizmle eklemlenme konusunda önemli atılımlar gerçekleştiren ve esas olarak küresel sermayenin taşeron ve tedarikçiliğine soyunan “aslan ve kaplanlara” (kendileri yırtıcı hayvan kategorisindedir, aynı akbabalar ve kartallar ve çakallar gibi!) sömürü oranlarını yükseltme imkânı tanınmaktadır. Tedarikçinin karı, tekelin de karı olduğundan bölgesel asgari ücret tam bir eklemlenme projesidir.
 
- Böylesi kapsamlı bir saldırı sürecinin karşısına emek cephesi nasıl bir mücadele programı ile çıkmalı, işçi sınıfı kavgaya nasıl hazırlanmalıdır?
 
- Bir emek cephesinden bahsetmek mümkün değil. Ortak programı, hedefleri olan bir cephenin bu ülkede olmadığını biliyoruz. 40-50 tane sendikanın var olması, bir cephenin var olduğu anlamına gelmiyor. Böyle bir cephe yoktur. Belki de işe buradan başlamak gerekiyor. Olmayanı yaratma çabası içine girilmesi gerekiyor. Sınıf olarak proletaryanın sermaye karşısında dağınık, örgütsüz ve siyasal iktidar mücadelesinin uzağında olduğu ortadadır. Ancak sorun şu ki, bu dağınık sınıfı ne birleştirecek? Yukarıda belirttim, sermayenin egemenliğinin güçlenmesinin bir sonucu proletaryanın koşullarını kötüleştirmekse de, şu an görünür olmayan mayalanmayı, sınıf oluşumunu dikkate almak zorundayız. Bugün kesimsel ayrıcalıkları koruma mücadelesinin başarı şansı çok düşüktür. Ayrıcalıkları korumak için değil, proletaryanın genelinin koşullarının iyileştirilmesi için mücadele hazırlıkları önemlidir.