Kanber Saygılı: Değiştirebiliriz, dönüştürebiliriz, kazanabiliriz hattından yürümeliyiz

 

Gazete Fersude Emek Söyleşileri’nin konuğu DİSK Yönetim Kurulu Üyesi ve Limter-İş Sendikası Genel Başkanı Kanber Saygılı.

Saygılı, içinden geçilen sürecin sendikal hareket ve sendika yöneticileri bakımından ‘tam bir turnusol’ olduğunu vurgulayarak “Bu süreç, ‘suya sabuna dokunmadan, mevcudu koruyalım, ölü taklidi yaparak geçirelim ve de birleşik mücadeleden uzak duralım’ anlayışıyla hareket edenleri ya saf dışı bırakacak yada sermayeye ve iktidara yedekleyerek bitkisel yaşama sokacaktır. En vahimi de işçi sınıfı ve ezilenler tarafından lanetleneceklerdir’’ diyor.

Yaşanan kriz süreci sendikanızın iş kolundaki işçiler açısından nasıl bir etki yarattı?

16 yıldır hem ülkeyi hem de aynı zamanda ekonomiyi yöneten bir siyasi iktidarla karşı karşıyayız. 16 yıl içerisinde hem işçi sınıfının hem de toplumsal kesimlerin hiçbir sorununu çözmeyen, hatta bu süre içerisinde işçi sınıfının bu zamana kadar kazanılmış olan haklarını gasp etme üzerinden kurulan bir sistem söz konusu. Aslında borç ve döviz krizi ile başlayan bu süreç yavaş yavaş ekonomiye doğru sirayet ediyor. Ama bu sirayet durumu önümüzdeki günlerde çok daha kapsamlı bir şekilde yansıyacak. Mesela tekstili etkilediği kadar gemi inşayı etkilemiş değil ama 2008 krizinde dünyada gemi inşa sektöründe yüzde 27 bir küçülme varken sektör Türkiye’de yüzde 73 gibi bir küçülmeyle karşı karşıya kaldı. 50 bin tersane işçisinin çalıştığı ortamda bu sayı 10 binin altına kadar düştü. Selah Tersanesi’nde 15 kadar işçi arkadaşımız bu kriz dolayısıyla, küçülme bahane edilerek işten atıldı ama bir bütün olarak gemi inşa sanayisini kapsayan onu etkileyen bir durumla karşı karşıya değil henüz sektör. Orada da şöyle bir durum söz konusu, enflasyon yüzde 25’i geçti 30’lara doğru tırmanırken, yüzde 50 oranında Türk parası döviz karşısında çok ciddi derecede erirken işçi ücretleri hala aynı yerde duruyor. Bu durum önümüzdeki günlerde işçi ücretlerine yansıyacak. Enflasyonun altında küçük zamlar yapılabilir belki ama….

Kuyunun dibindeki işçi çığlığını biz yeryüzüne çıkarmış olduk
İşçi sağlığı ve iş güvenliği noktasında tersanelerde işverenin tutumunda bir değişim var mı?

Tuzla’daki seri iş cinayetlerinin tümünün basında yer alması, toplumsal vicdanın oluşması bizi yıllarca iş cinayetlerine, meslek hastalıklarına karşı sürdürdüğümüz mücadeleyle oldu. Hem 27-28 Şubat hem de 15-16 Haziran’da iki grev örgütledik toplu sözleşme yapmaya yetkili sendika olmamıza rağmen. Grev döneminde ve ondan sonraki süreçte 2009 krizi ile karşı karşıya kalındı ve çok büyük oranda bir işçi kıyımı yaşandı. Biz bu grevlerimizi, direnişlerimizi esasen bir örgütlenmeye yansıtamadık. Karşılığını örgütlülük olarak hayata geçiremedik, böyle bir eksikliğimiz söz konusudur. Ama o yaşanan toplumsal vicdan ve toplumsal baskı aynı zamanda gemi patronları üzerinde çok ciddi bir baskı sağladı. İş cinayetlerinin ve meslek hastalıklarının tamamen önleyebilecek, bir işçi sağlığı iş güvenliği durumu yaşanmadı ama artık sigortasız işçi çalıştırılmıyor. Aynı zamanda iş cinayetleri noktasında seri iş cinayetleri tablosundan çıkardık tersaneyi. Daha doğrusu şöyle söyleyebilirim, kuyunun dibindeki işçi çığlığını biz yeryüzüne çıkarmış olduk. Ve bu da tersane patronları üzerinde çok ciddi bir baskılamayı da beraberinde getirdi, bazı önemli adımlar atıldı.

Mesela daha önceki iş cinayetlerini düşündüğümüzde, elektrik çarpması, yüksekten düşme, patlama, cisim çarpması gibi sebepler sunuluyordu ve bunlar neredeyse her gün yaşanıyordu. 2009’dan sonra yüksekten düşme durumu ile ilgili ölümlü kaza çok azdır. 3 ya da 5 ölümlü iş cinayeti yaşandı bu sebeple. Ama mesela elektrik çarpması vs gibi konularda daha ciddi tedbirler almak zorunda kaldılar tersane patronları. Yüksekten düşme konusunda merdivenlerin ayarlanması, daha ölçülü hareket edilmesi, boşluk kısımların ölçülerek ayarlanması gibi tedbirler yaşandı. Patlamaların önlenmesi noktasında fanların kurulması gibi bir takım adımlar atmak zorunda kaldılar. Hatta bunu kendileri itiraf etti. Bizim orada çalışan arkadaşlarımıza tersane patronlarının, yöneticilerinin patronun ikinci adamlarından sayılır, söyledikleri şöyle: Biz böyle tedbirler alacağımızı düşünmüyorduk ama Limter-İş bize böyle tedbirler aldırdı gibi itirafları da söz konusu.

İşçi arkadaşlarımızın cesetleri 1 hafta sonra denizden çıkarılırdı
Sizce Türkiye’deki tersanelerin durumu nasıl?

Özellikle 2009’a kadar bu kapalı kutu noktasında aslında şöyleydi, tam bir 3. Havalimanı’ydı. Tam bir kapalı kutu, sanki bir askeri alan gibiydi. Dolayısıyla orada olup bitenlerin duyulması hususunda uzun süre çok sorun yaşandı. Mesela geçtiğimiz günlerde 3. Havalimanı’nda logar çukurunda bir işçi arkadaşımızın cesedi bulundu. Tersanelerde bunun karşılığı şöyleydi. İşçi arkadaşlarımızın cesetleri 1 hafta sonra denizden çıkarılırdı. Aile arıyor bulamıyor, oraya başvuruyor, buraya başvuruyor ama bulunamıyordu. 1 hafta sonra işçi arkadaşımızın cesedi denizden bulunup çıkarılabiliyordu. Daha önce bir işçi arkadaşımız yaşamını yitirdiği zaman üzerine bir tane eski bir Hürriyet gazetesi atılıyordu savcı gelmeden önce cesedin ayağına demir uçlu ayakkabı giydiriliyor, kafasına bir baret takılıyordu. Yani böyle bir durum söz konusuydu.

Bazen tamir için getirilen gemilerde asbet oluyordu. Asbet hem doğaya hem denize zarar veriyordu. Bu durum daha çok İzmir Aliağa’da yaşanıyordu. Bir keresinde Amerikan bardalı asbetli bir gemi getirildi sökülmesi için. Buna karşı kampanya yürütüldü Ege-Çap ile ortak. Ve bu geminin sökümü yapılmadı. Yine Hollanda bandıralı bir getmi daha getirildi o da engellendi. Ayrıca tersanelerde gemilerdeki kaynaklar olsun, rasvası, boyası, bunların çevredeki ağaçlara, doğaya vermiş olduğu zarar gözle görülebiliyor.

İşçilerin yüzde 90’ın üzerinde kanserden hayatlarını kaybettiklerine dair raporlar var
Bu durum tersanelerde çalışan işçilere nasıl yansıyor? Meslek hastalıkları oranı nedir?

Yıllar önce Aliağa tersanelerini incelemek için İtalya’dan gazeteciler gelmişti. Aliağa’da çalışan işçilerin çoğunluğu Sivas Bedirli ve Tokat çevresinden gelen işçiler. Gazeteciler meslek hastalıklarını incelemek için gelmişlerdi. Daha sonra bu işçilerin memleketlerine gittiklerinde bu işçilerin yüzde 90’ın üzerinde kanserden hayatlarını kaybettiklerine dair raporlar hazırlamışlardı. Tersanelerde özellikle duman tozu dediğimiz bütün tersane işçilerinin ciğerlerini çok yakından ilgilendiren bir durum söz konusu. Şunu abartısız bir şekilde söyleyebilirim, yüzde yüze yakın oranda işçi arkadaşlarımızda meslek hastalığı söz konusudur. Bu kaçınılmaz bir durum zaten. Şu ana kadar da tersane patronlarının meslek hastalıkları konusunda attıkları adımlar çok zayıf. Tersanede bir işçi 3 ay dahi çalışsa, ben kendimden de biliyorum ciğerler duman tozu içinde kalıyor. Onun dışında zaten işçiler zehirli kimyasal maddelerle iç içe çalışıyorlar. Tozlama, kumlama, boyama, kaynak dumanının içerisinde çalışıyorlar. Tamamen kimyasal ve zehirli maddelerle iç içeler. Ama bunun tespiti söz konusu değil, Türkiye meslek hastalıkları konusunda bu sebeple birinci oluyor. Türkiye’de kâğıt üzerinde meslek hastalıkları hiç yok, kaydı yok yani. Tuzla tersanesine, ya da Yalova’da bulunan tersaneye gelen gemilerin hemen hemen hepsinde asbest var, bu gemilere de tamamen iş güvenliği alınmadan, meslek hastalıkları riski göz önüne alınmada müdahale ediliyor. Bu bile tek başına işçi arkadaşlarımızın meslek hastalıklarıyla karşı karşıya olduğunu gösteren bir durumdur.

İş cinayetleri bir ‘devrim’ sonrasına ertelememiz gereken bir durum değil
Meslek hastalıkları süreci önlenebilir mi? Nasıl önlenebilir?

Önlenemeyen iş kazaları diye bir şey yok, bütün iş kazaları, meslek hastalıkları önlenebilirdir, bilimsel olarak da bu ispatlanmıştır. Nihayetinde bunlar gözle görünen durumlar, gaipten, insanüstü bir yerden gelmiyor bu meslek hastalıkları, iş kazaları, iş cinayetleri. Teknolojinin son derece gelişmiş olduğu, hatta ve hatta meslek hastalıklarını, ya da iş kazalarını önleyebilecek teknolojinin bulunduğu bir çağda yaşıyoruz.

Dolayısıyla bütün meslek hastalıkları, bütün iş kazaları, iş cinayetleri önlenebilirdir. Nihayetinde bizim bulunduğumuz alanda nasıl iş kazaları yaşanıyor, mesela yüksekten düşme, onun altına bir teşkilat oluşturularak önlenebilirdir, bu sayede yüksekten düştüğü zaman bile bir korunaklı yere düşecektir. Ya da patlamalara karşı ölçüm aletleri var. Bunlar yapıldığı zaman esasen iş kazalarının önüne de geçilmiş olur. Fakat ondan öncesi de öyle ama son 16 yıllık sürece baktığımız zaman bu önlemler patronların ve aynı zamanda devletin ya da hükümetin siyasal erkin vicdanlarına inisiyatiflerine bırakılmayacak kadar önemli bir sorun olduğunu ve aynı zamanda bunların bu sorunu çözmek gibi bir dertlerinin olmadığını biz 16 yıl içerisinde 20 bini aşkın iş cinayeti ile gördük ki bu aynı zamanda bir savaş tablosudur. Geçtiğimiz 10 aydaki tabloya göre; Ekim ayında 177 arkadaşımız çalışırken yaşamını yitirmiş. Son 10 ay içerisinde ise 1700 civarında işçi arkadaşımız iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir. Bu bir savaş bilançosudur. Dolayısıyla bu durum patronların ve hükümetin el ele vererek gerçekleştirdiği bir tablodur. İşçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini almak esasen patronların ve hükümetin görevidir. Ama görüyoruz ki onlarca kes önerilerde bulunmamıza rağmen, bunun için onlarca kez açıklamalar yapılmasına rağmen önlem alınmadı. Bu tedbirleri, maliyeti arttıran gereksiz bir masraf olarak görüyorlar ve hükümet tarafından da bu tavırları destekleniyor. Hatta ve hatta mükafatlandırılıyorlar.

Tersanelerde yürüttüğümüz mücadele esasen bu işin nasıl yapılacağını gösteren bir mücadeledir. Bunu biraz 3. Havalimanı işçilerinin mücadelesinde de görebiliriz ama tersaneler bir dönemler seri iş cinayetlerinin yaşandığı yerlerdi. Biz orada 15-20 yıldır aynı yere vuran bir mücadele hattı izledik. İş cinayetlerine ve meslek hastalıklarına karşı ciddi bir mücadele yürüttük ve en sonunda şöyle bir tablo ile karşı karşıya kaldık; basının ilgisi ile toplumsal vicdan haline geldi ve bu toplumsal vicdan hem patronların hem de hükümetin üzerinde çok ciddi bir baskılama oluşturdu.

Mesela Devlet Denetleme Kurulu geldi sendikamız ile görüştü. O dönemde Tuzla ile ilgili Meclis İnsan Hakları Komisyonu kuruldu ve Bizi hiç muhatap almayanlar bizimle görüşmek zorunda kaldılar. Bu durum daha sonra toplumsal vicdanla birleşti ve bu konuda tersane patronları abluka altına alınmış oldu. İşçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin tamamen alınması, meslek hastalıklarının önlenmesi, ölümlerin önüne geçilmesi için bence sendikalar, emek ve meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri ve toplumsal bir mutabakat sağlanarak patronların ve hükümetin üzerine gidildiği koşullarda, buna uygun yol ve yöntemler, işgaller, direnişler, yürüyüşler, mitingler ve benzeri yol ve yöntemler uygulandığı koşullarda sağlanabilir. Tabi kapitalizm koşullarında tamamen ortadan kaldırabilir miyiz derseniz, o konuda çok fazla bir şey söylemeyeyim ama çok asgariye indirilebilir. Yani bir ‘devrim’ sonrasına ertelememiz gereken bir durum değil bu. Bu koşullarda da biz bunu en aza indirgeyebiliriz. Bunu ancak toplumsal bilinç ve örgütlülük ile asgariye indirgeyebiliriz ya da yok etme noktasında adım atmış olabiliriz.

Patronların hırsının önüne geçebilecek olan tek şey, örgütlülük ve bilinçtir
Yani iş cinayetlerinin sebebi patronların para kazanma hırsı diyebilir miyiz.

Aynen öyle. Sermayenin, patronların azami kar hırsı sebebiyledir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği noktasında bu azami kar hırsı ile hareket eden patronlar az önce de söylediğim gibi önlemleri maliyet arttırıcı gereksiz bir masraf olarak görmeye başlıyorlar. Emeğe karşı bu kadar azgınca bir saldırı içinde olan patronların bu hırsının önüne geçilmez diye bir şey yok, önüne geçebiliriz. Bunun için işçilerin sadece sendikalı olmaları da yetmez, bilinçli ve örgütlü olmaları da gerekir.

Fakat şunu da görelim, en kötü sendikanın olduğu yerde bile iş cinayetleri, ölüm oranları çok az. Biz bunu tersanelerde de görüyoruz, çalışan kadrolu olan arkadaşlarımız Türk-İş’e bağlı Dok Gemi-İş Sendikasında örgütlü. Diğer arkadaşlarımızın yüzde 90’ı taşeronda çalışıyorlar. Yaşamını yitiren arkadaşlarımıza baktığımızda yüzde 99’a varan oranlarda hep bu taşeronlarda çalışan, örgütsüz arkadaşlarımızdır. Dolayısıyla burada bir sendikal örgütlülüğün dahi önemli olduğunu düşünüyorum.

Patronlar bu hırslarından asla ve asla vazgeçmezler, bu yıllardır on yıllardır böyle ve yüz yıl geçse de böyle olacaktır. Bunların hırsının önüne geçebilecek olan tek şey, örgütlülük ve bilinçtir.

Patronlar meslek hastalıkları ve iş cinayetleri noktasında işçiyi bilinçsizlikle suçluyorlar. Sizin bu konuda eğitimleriniz çalışmalarını var mı?

Bir işçinin sigortasının yatırılması için üniversite mezunu mu olması lazım? İşçi ister ilkokul mezunu olsun sigortasını yatıracaksın.

Nihayetinde tersanelerde, inşaatlarda çalışan arkadaşlarımızın içinde üniversite mezunları da var ama daha çok da tabii ki ilkokul mezunu, ortaokul mezunu, lise mezunu arkadaşlarımız var. Sorun şu, patronlar bu sorumluluğu üzerlerinden atmak için uğraşıyor. Sen tedbirini aldığın koşullarda o işçinin gözü kör olsa dahi, tedbirsiz davransa dahi zaten senin iş güvenliği tedbirini tedbirsiz davranılması üzerinden kurmuş olman gerekli. İşçinin hata yapması üzerinden kurarak onun hata yaptığı koşullarda dahi iş kazasıyla ya da bir uzvunun kaybedilmesiyle, bir ölümlü iş kazasıyla, iş cinayetiyle karşılaşmaması için yapıyorsun. Meslek hastalığı konusunda da aynı durum geçerli. Şimdi sen bu konuda yeterli tedbiri almıyorsan, mühendis olsa ne olur, doktor olsa ne olur, işçi olsa ne olur, okuma yazma bilmese ne olur. Yani mesela meslek hastalıkları noktasında patronlar yeterli tedbiri almamışlarsa, yeterli ekipmanı oluşturmamışlarsa meslek hastalığı bu arkadaş mühendistir onun ciğerini etkilemeyeyim ilkokul mezununa gideyim demiyor. Böyle bir durum yok. Dolayısıyla bu tamamen patronların alacağı tedbirle ilgilidir. Gerekli tedbirleri aldıkları koşullarda işçilerin bilinç durumu bunu değiştirmez. Neden bu işçiler koca koca gemileri yaparken bilinçli oluyor, gemileri yapıyor da diğer durum söz konusu olduğunda bilinçsiz oluyor, hakir görülüyor? Özcesi bu konuda söyleyeceğim şey şudur: Amerika’dan “en bilinçli işçiyi” bile getirsinler o tedbirleri almadığınız sürece meslek hastalığı ile de karşı karşıya kalır, iş cinayetiyle de kaşı karşıya kalır.

Bu iş cinayetlerinin bu kadar fazla olmasının nedenlerinden bir tanesi, bu işin birinci derecede sorumlusu durumunda olan patronların iş cinayeti sonrasında hem tutuklanmamaları hem de ceza almamaları patronların ellerini güçlendiren bir işleyişe dönüştü. Gerekli adımları atmamalarının en büyük sebebi, bu yaptırımların cezaların olmamasıdır. Bu durum patronları daha çok cesaretlendiriyor.

Bu süreç sendikal hareket ve sendika yöneticileri bakımından da tam bir turnusol olacaktır
Güncele gelirsek, yeni yasalar çıktı, 80 sonrası ilk kez bir sendikanın Genel Başkanı tutuklandı, tutuklanma sebebi de sendikal faaliyet. Nasıl bir tablo ile karşı karşıyayız DİSK yöneticisi olarak ne görüyorsunuz?

Evet, Özgür Karabulut arkadaşımız, işçilerle konuştuğu, örgütlenme faaliyeti yürüttüğü için tutuklandı. Anayasanın 51. Maddesinde geçen hakkını kullandığı için tutuklandı. Devletleşen AKP iktidarının 16 yıllık faaliyeti esasen işçi düşmanlığı, emekçi düşmanlığı üzerinden yürütüldü. Bu toplumun tüm kesimleri açısından böyle ama biz işçi sınıfını, emeği konuştuğumuzdan dolayı tam bir emek düşmanlığı üzerine kurulmuş bir politika söz konusu. AKP 16 yıl içerisinde işçi sınıfı ile ilgili emek ile ilgili en küçük bir adım, toplu iğnenin ucu kadar bir adım atmamıştır. İşçi sınıfının var olan mevcut haklarını da hep alıcı durumunda oldular. Böyle bir süreç sonuç olarak bir krizin üzerine oturdu. Bu yaşanan patronların ve AKP hükümetinin krizidir. 16 yıllık politikanın kaçınılmaz sonucudur bu kriz. Bunu biz de görebiliyoruz, önümüzdeki süreçte ekonomik krizin daha fazla derinleşeceği, işçilerin bundan çok rahatsız olacağı, toplumun tüm kesimlerinin bundan çok rahatsız olacağı ve dolayısıyla işçi isyanları ile karşı karşıya kalabileceklerini görüyorlar.

Bunun önlemini şimdiden daha çok öncü işçileri, sendikacıları ve başkan konumunda olan insanları tutuklayarak gözdağı vermeye çalışıyorlar. Bu durum bugünlerde çoğalmaya başladı, başka iş kollarından sendikalara da cezalar gelmeye başladı. Bu durum büyük bir gözdağıdır. Yani duruma isyan ederseniz, haksızlığa karşı durursanız, farklı söz söylerseniz, farklı bir duruş sergilerseniz başınıza gelecek budur şeklinde tüm işçi sınıfına yönelik bir gözdağıdır. Bu durum hükümetin, devletin ve patronların ortak tavrıdır. Bakın yıllarca durdular 4 sene sonra Greif işçileri hakkında dava açtılar. Birçok kesim bakımından bu davalar devam edecek gibi görünüyor. Bu büyük bir gözdağıdır.

Bu derinleşerek devam eden ekonomik kriz bize bir, işsizlik olarak yansıyacak, iki, yoksullaşma olarak yansıyacak, işçi kıyımı olarak yansıyacak. Bu aynı zamanda bir toplumsal rahatsızlığı da beraberinde getirecek. Hükümet ve patronlar böyle adımlar atarken bizim cepheden doğru, sendikal dâhil olmak üzere emek cephesinden doğru buna karşı nasıl bir tavır takınacağımız önemli.

Bu süreç sendikal hareket ve sendika yöneticileri bakımından da tam bir turnusol olacaktır.

Bu süreç, “suya sabuna dokunmadan, mevcudu koruyalım, ölü taklidi yaparak geçirelim ve de birleşik mücadeleden uzak duralım” anlayışıyla hareket edenleri ya saf dışı bırakacak yada sermayeye ve iktidara yedekleyerek bitkisel yaşama sokacaktır. En vahimi de işçi sınıfı ve ezilenler tarafından lanetleneceklerdir.

Önümüzde sık sık göreceğimiz şekilde patronlar ve hükümet bu krizi işçiler ve emekçiler ve toplumun tüm kesimleri üzerine yayarak bundan kurtulmaya çalışacağını görüyoruz. Esasen bizim bu konuda ne yapmamız gerektiği hususunda tartışmayı yürütmemiz gerekiyor. Geçtiğimiz günlerde Konfederasyonumuzun da içinde bulunduğu, meslek odalarının da içinde bulunduğu 40’ı aşkın siyasal örgüt ve emek örgütünün, gençlik örgütlerinin, kadın örgütlerinin de içinde bulunduğu “Krize karşı omuz omuza” diyerek bir birliktelik oluşturduk, bunun deklarasyonu da yayımlandı ve her hafta düzenli bir şekilde toplantılarımızı yapıyoruz. Kadıköy’de bir basın açıklaması yaparak yürüyüşümüzü başlattık. Metro, metrobüs durakları, kentlerin meydanları ve ana arterlerde aynı anda ve sürekli bildiriler dağıtarak aydınlatma faaliyeti yürütüyoruz. Hem birlikteliğimizi büyüterek hem de çeşitli adımlar atarak esasen bu kriz sürecinde kendi krizimizi de aşmayı hedefliyoruz. Çünkü şu anda sendikalar da bir kriz yaşıyor, emek örgütleri de kendi içerisinde bazı krizler yaşıyor. Bu krizi esas sorunlularının üzerine yıkma mücadelesi aslında bizim açımızdan bir fırsatlar sürecine dönüşebilir. Patronlar krizi bizlerin üzerine yıkmaya çalışırken bizde bu durumu kendi krizimizi de aşmak bakımından fırsata çevirebiliriz. Bakış açımız da budur. Biz bu başlayan yürüyüşümüzü emekçi semtlere havzalara taşıyacağız. Krize karşı mücadelemizi tüm halka yayarak hem örgütlenme hem de aynı zamanda dediğim gibi eksiklerimizi gidererek kendi krizimize de çözüm bulmanın yol ve yöntemlerini arayacağız.

Bizlere düşen her zaman işçilerin, sınıfın yanında olmaktır
Milyonluk arabalara binen sendika başkanları var, diğer taraftan da DİSK’in başkanları sokakta bildiri dağıtıyor. Milyonluk araba durumu aslında tekil değil, çoğu sendikada var, ama bir taraftan da sokakta alanda ter döken sendikacılar var. Bu konuda ne söyleyebilirsiniz?

DİSK yönetiminde hiçbir yönetici DİSK’ten ayrı kalmaz, öyle bir durum yok. Bizim Özgür Başkanın da benim de, Arzu başkanın da cebimizde bir tane aylık akbilimiz var bizim. DİSK’in oluşum tarihinde de esasen sınıf sendikacılığı ruhu var, sınıfa bir inanma var, kapitalist düzenin karşıtı, daha rahat yaşayabileceği, kendisini daha rahat ifade edebileceği farklı bir düzen hülyası, inancı var. Bu hülya ve inanç üzerinden tamamen sınıfa güvene dayalı sınıf mücadelesi üzerinden kurulan bir DİSK söz konusu. Şimdi biz sendikaları değil ama sendikaların başında olanları kıyaslayabiliriz. Bir kere sendikacılığı bir meslek haline getirenler var. Sendikacılığı para kazanılan, geleceğini inşaa edebileceği bir meslek olarak görenler var. Biz kendimizi sendikacı olarak değil, sendikaların emekçisi olarak görüyoruz. Soruna sınıfsal bakan ve mevcut kapitalist düzene karşı toplumun eşit bir şekilde yaşayacağı, eşit bir şekilde bölüştüğü, birlikte üretip birlikte paylaşılan bir dünya özlemimiz var bizim. İşçi sınıfının sömürülmediği, işçilerin hem ürettiği hem de yönettiği bir dünya özlemimiz var. Sendikal mücadele bu sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Bir taraftan biz bu mücadeleyi yürütürken öte taraftan işçilerin aidatları üzerine kurulmuş komformistleşmiş bir sendikacılık anlayışı da söz konusu. Hakikaten bazı sendikacıların yaşantılarına baktığımız zaman bir işçi yaşantısı söz konusu değil. İşçi gibi yaşamayanların işçi gibi düşünme koşulları asla ve asla mümkün değildir. Bir sendika yöneticisi 10 bin lira maaş alıyor ama üyesi 1600 liraya talim ediyorsa, 10 bin lira alan sendika yöneticisinin düşünme tarzı, yaşam tarzı bir olmadığından dolayı işçi gibi düşünme, işçilerin haklarını savunma, patrona karşı cepheden tavır alma durumu söz konusu olmaz. Biz sınıf sendikacılığını savunuyoruz. Sınıf sendikacılığı üzerinden faaliyetlerimizi sürdürüyoruz. Kendimizi asla sınıfın üzerinde görmüyoruz. İdeolojik ve politik olarak da işçi sınıfının ideolojisi ve politikasını sahipleniyoruz. Öte tarafta uzlaşma üzerine kurulmuş, işçi aidatlarından beslenen, patronu görünce önünü ilikleyen, çok lüks arabalarla dolaşan, işçi yaşantısıyla hiç alakası olmayan, hatta neredeyse ölene kadar da işlemez hale gelene kadar da sendika başkanlığını sürdürmeye çalışan bir anlayış söz konusu. Biz iki yılda bir genel başkanları, başkanları değiştirmeyi önünde koyan, kendisini yenilemeyi, gençleşmeyi önüne koyan sendikal alanlarda mücadele yürüten birer emekçiyiz.

Bizlere düşen her zaman işçilerin, sınıfın yanında olmaktır ve bunu yapmaya çalışıyoruz. Bugün ondan fazla işyerinde yüzlerce işçi arkadaşımız sendikal mücadele veriyor, işçiler sendikalı oldukları için işten atılıyor ise bizlerin iş kolu, konfederasyon ayırmaksızın bu işçi arkadaşlarımızın yanında olması gerekiyor. Flormar, Tariş, Aygün Alüminyum, Babacanlar Kargo, Cargill, Süperpak, Aydın Belediyesi, Köroğlu İnşaat, Muğla ve Urfa Taşıt Muayene istasyonları ve BBS Metal’de işleri ve sendikal hakları için mücadele eden işçi arkadaşlarımızın yanında olarak biraz önce de söylediğim gibi konfederasyon farkı gözetmeksizin onların mücadelesini desteklemeliyiz.

Bu işçi arkadaşlarımız mücadele ederken hem patronların hem de siyasal erk’in baskıları ile karşılaşıyor, gözaltına alınıyor, sürekli engellenmeye çalışılıyorlar. Patronlar nasıl birbirlerini gözetiyor ve işçiler karşısında birleşiyor ise bizlerinde aynı şekilde her zaman yan yana omuz omuza olmamız gerekiyor.

Kendi konfederasyonumuzda olmamasına rağmen biliyorsunuz Flormar işçilerini defalarca kez ziyaret ettik dayanışma gösterdik, Arzu başkan geçtiğimiz hafta Aydın belediyesi işçilerinin yanındaydı, diğer tüm direnişleri, mücadeleleri de kendi direnişimiz olarak sahipleniyor ve dayanışmamızı göstermeye çalışıyoruz.

DİSK’in mücadele tarihi Rıza Kuas’ların İsmet Demir’lerin, Süleyman Yeter’lerin Necmettin Giritlioğlu’nun, Kenan Budak’ların mücadele geleneği üzerinden onların mirasına sahip çıkarak yükseliyor.

Çok fazla medyaya yansımıyor ama takip ettiğimiz kadarıyla Limter-İş sendikası yöneticileri ve üyeleri, DİSK yöneticileri ve üyeleri sabahın 6’sında herkes uyurken ve akşam iş çıkışı saatlerinde elinde bildiriler ile afişler ile sokaklarda. Bunlar aslında tırnak içinde olması gereken şeyler ama sadece belli sendikacılar yaptıkları için şaşırtan çalışmalar. Bu çalışmalar sırasında sabah akşam karşılaştığınız eline bildiri verdiğiniz insanların sınıfın tepkileri nasıl?

Bir tarafta sendikacı 1 milyonluk arabaya biniyor, öteki de sabahın köründe bildiri dağıtıyor değil mi

Öncelikle şöyle bir şey söyleyeyim, bu sabah ve akşam bildiri dağıtımları esasen bizim bütün tarihimizde var, benden önceki yönetici arkadaşlarımız da aynısını yapıyordu. Kuruluşumuzdan bu yana fiili meşru mücadeleyi savunan, sınıf sendikacılığını savunan sendika yöneticisi arkadaşlarımız yıllardır sabah akşam bu faaliyetleri yürütüyorlar.

Hakikaten, çok şatafatlı yaşayan, gününü gün eden, aynı zamanda milyarlık arabalara binen bir sendikal anlayış var ve bizim gibi sabahın köründe kalkıp mücadeleye başlayan sendika yöneticilerini gördüğü zaman insanlar biraz daha umutlanıyorlar. Hem şaşırıyorlar, hem seviniyorlar. Şöyle söyleyebilirim, biz özellikle havzalar noktasında, Tuzla tersane havzasındaki bildiri dağıtımlarımızda işçilerin ilgisi epeyce fazla diyebilirim. Daha önceki dağıtmış olduğumuz bildiriler yada yaptığımız konuşmalara nazaran bu dönem hem bildirilerimiz hem de konuşmalarımız işçiler tarafından daha çok ilgiliyle karşılaşıyor. Bu bize yaşanan daha başlangıç noktasında olan ekonomik krizin işçilerin üzerinde çok ciddi bir şekilde etkisini göstermeye başladığını gösteriyor.

Bir de şöyle bir durum var, gerçekten ŞAH diyenin dilinin kesildiği, bir süreçte biz bunu yapıyoruz. Kriz var diyenler itiraz edenler vatan haini ilan ediliyor. Böyle absürt bir süreçte sokağa çıkan, sesini yükseltmeye çalışan bir pozisyon alıyoruz ve aslında bu durum milyonlarca insanın içindeki duygunun dışa vurulması bu. Biz 24 Haziran sürecinde değişim isteyen büyük bir dalgayla karşı karşıya kaldık. Geziyi, 7 Haziran seçimlerini, 16 Nisan referandumunu söyleyebiliriz. 1 Kasım seçimine giderken 10 Ekim Katliamı ile, Suruç Katliamı ile önünü kesmeye çalıştıkları ama başaramadıkları süreç bu 24 Haziran’da çok daha net bir şekilde bu dalga ortaya çıktı. Aynı durum 16 Nisan’da da yaşandı ama 24 Haziran’da işçileri, emekçileri getirip en son noktada ortada bıraktılar. İşçilerin, emekçilerin burada bir geriye çekilmesi söz konusu ama bu bir kırılma değildi. Umudu kırılan bu kitleler biz kriz sürecinde sokağa çıktığımızda çok fazla ilgi ve alaka gösterdi. Örnek olsun diye söylüyorum, Uzunçayır’daki bildiri dağıtımımızda binlerce insan içinden sadece bir kişi itiraz etti, ajitasyondan rahatsız olduğunu belirtti ve orada bulunan özellikle kadın emekçiler, sokağında mı bağırıyor, evinin önünde mi bağırıyor, pencerenin önünde mi bağırıyor, biz rahatsız olmuyoruz da sen neden oluyorsun diyerek bu kişiye tepki gösterdi ve alıp götürdüler. Durum böyle, halkta bir ilgi var, alaka var, asıl olan şey şu, hakikaten onların anlayabileceği şekildeki her şeyi anlıyorlar. Aynı zamanda herkesi kapsayabilecek, ötekileştirmeyen, herkesin talebini kapsayan sürekli bir hattan yürürsek, hem emekçilerin yaşam alanlarında hem meydanlarda ve havzalarda süreklileşen bir hattan yürüyebilir isek, buraları gerçekten mekan tutar isek, part-time değil ama sabahleyin kalkıp sınıf mücadelesi yürüten bir hattan, değiştirebiliriz, dönüştürebiliriz, kazanabiliriz hattından yürümek gerektiğini düşünüyorum ve bunun kazanımlarını önümüzdeki dönemde göreceğiz diye düşünüyorum.

Gazete Fersude