Kansu Yıldırım: Patron şantajının sürebilmesi için ‘işsizlik sopası’na ihtiyaç var

İSİG Meclisi Gönüllüsü Kansu Yıldırım, yapısal işsizlik ve ‘Birden çok faili bulunan politik cinayet’ dediği işçi intiharlarının dinamiklerini anlattı: İşsizlik, borçluluk, yoksulluk, aşırı ve uzun çalışma, stres, kaygı, işyerinde sözlü veya fiziksel şiddet, hakaret, değersizlik duygusu, depresyon, tükenmişlik sendromu arttıkça işçilerin üzerindeki ruhsal ve bedensel yük de artıyor. Üretim alanında kapitalist şiddet, bölüşüm alanında ise şok yaşanıyor.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 ile 2019 yılları arasında -resmi rakamlarına göre bile- 4 bin 801 kişinin geçim zorluğu nedeniyle intihar ettiği biliniyor.

Gerçek işsizliğe ilişkin rakamlar, TÜİK tarafından gizlenmeye çalışılsa da mızrak çuvala yine sığamıyor; işsizlik, borç, mobbing, yoksulluk, özsaygısını yitirme gibi nedenle yaşamına son veren işçilerin sayısı giderek artıyor.

İşsizliğin de ‘işe dair’ olduğunu patronların, “Aynı işi daha ucuza yapacaklar kapıda bekliyor” içerikli işten atma tehditlerinden biliyoruz. Çalışanların ağır ve kötü koşullarda, uzun saatler boyu, sefalet ücretine çalıştırılabilmelerinin ancak işsizlikle mümkün olduğu bir başka temel gerçek olarak ifade ediliyor.

“Şantaj sisteminin sürdürülebilmesi için işsizliğin de yapısal olarak devam etmesi gerekiyor” diyen İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) Gönüllüsü Kansu Yıldırım, yapısal işsizliğe, patronların işsizliğe neden ihtiyaç duyduğuna ve işçi intiharlarının dinamiklerine dair Gazete Karınca’nın sorularını yanıtladı.

Türkiye’de işsizliğin yapısal olarak yüzde 10’un altına hiç düşmediğini biliyoruz. Ülkenin mevcut koşullarında işsizliği azaltmak/bitirmek gerçekten mümkün değil mi?

DİSK-AR’ın güncel verilerine göre geniş tanımlı işsiz sayısı 7 milyon civarında. TÜİK’e göre işsiz sayısı son bir yılda 560 bin azalırken İŞKUR’a göre ise 148 bin arttı. Mevcut sistemde tam istihdama yani işsizlerin olmadığı bir çalışma ortamına ulaşmak imkânsız. Bunun nedeni de işsizliğin kapitalizme içkin bir olgu olmasından kaynaklanması. Çünkü işsizler de işçi sınıfının bir parçası ve “artık nüfus” olarak sermaye birikiminin kaldıraçlarından birisi.

Kapitalizm dediğimiz sistem, basitçe, krizlerle, durgunluklarla, aşırı birikimle ilerleyen, çok büyük ölçekli yığınsal meta üretimidir ve artık nüfusu da üretir, bunun bir bölümünü az ya da çok ölçüde emer. İşsizlik olduğu müddetçe, işçilerin işgücü piyasasındaki konumları sermayenin inisiyatifinde olurken, çalışmaya başladıklarında ücret pazarlığı, sendikal haklar gibi örgütlenme özgürlükleri üzerinde de basınç oluşturuluyor.

Hakkını arayan işçilere karşı patronların dile getirdiği “Beğenmiyorsan işi bırak” ya da “Senden daha azına çalışacak dışarda onlarca insan var” şantaj sisteminin sürdürülebilmesi için işsizliğin de yapısal olarak devam etmesi gerekiyor.

“İşsizliğin de yapısal olarak devam etmesi” dediniz. Bunu açabilir misiniz?

İşsizliğin bir boyutu da “harcanabilir emek” olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle emek yoğun sektörlerde gir-çık usulü işe alınan, gündelik usulü çalışan, maaşları eksik ya da geç yatırılan, iş kazası ya da iş cinayeti durumlarında patronların mesuliyet almaktan kolayca kaçınabildiği, kadrolu güvenceli işi olmayan, her zaman işsiz kalma tehlikesi yaşayan büyük bir kesim var.

Ya çocuk ve genç işçilerden ya emeklilik çağındaki işçilerden ya da göçmen ve mülteci işçilerden oluşan bu kesim, durgun göreli artık nüfus olarak en yoksul ve ücret pazarlığı imkânı olmayan işgücü ordusunu oluşturuyor.

20 yıllık AKP iktidarının ekonomi politikaları, emeğiyle geçinmek zorunda olan milyonlar için ne söylüyor?

AKP iktidarı sınıfsal kökeni itibariyle sermayenin sektörel düzlemde çok farklı kesimlerinin (sanayi, inşaat, turizm, eğitim, sağlık, imalat, tekstil, metal, vb.…) siyasal ittifakından oluşan bir parti. Türkiye ekonomisinin girdiği yapısal ya da konjonktürel krizlere göre de ittifakın bileşimi değişti; kimi zaman tasfiyeler oldu, kimi zaman yenileri eklendi.

Grevleri ertelerken yahut salgında işçileri çalıştırmaya devam ederken olduğu üzere değişmeyen şey, AKP’nin sermaye politikalarını eksiksiz temsil edebilmesi. Yine de dönemselleştirme yaparak bir projeksiyon oluşturabiliriz. Örneğin İSİG Meclisi’nin yıllık iş cinayetleri raporları bize, Türkiye’deki hakim sermaye birikim rejiminin değişimine paralel bir tablo sunuyor.

Salgının başladığı 2020 yılına kadar genellikle inşaat sektöründe iş cinayetleri belirgin bir artış gösteriyordu çünkü bu yıllar inşaat odaklı büyümenin “altın yılları” idi. Şimdilerde olduğu gibi kur sorunu, konut stok sorunu, kredi sorunu yaşanmadığından ötürü istihdamda daralma daha azdı, sektörde işçiler gerekli iş güvenliği tedbirleri alınmadan çalıştırılıyordu. Bu da iş cinayetlerine doğrudan yansıdı.

İnşaat odaklı büyüme yerine ucuz emek-ucuz meta üretimine dayalı ihracat odaklı büyüme modelinin tercih edilmesiyle birlikte inşaat dışında ticaret-büro, taşımacılık gibi -pandemi ekonomisiyle de büyüyen- işkollarında yaşanan iş cinayetlerinde artışlar gözlendi.

Türkiye ekonomisini ayakta tutan emek rejimi “piyasa despotizmine” dayanıyor. Marx, bunu Kapital’in ilk cildinde açıklamıştı; piyasa despotizmi sermayenin gerçek ve biçimsel boyunduruğunu yoğunlaştıran bir biçim. İşçilerin patronlara ve borçlandırma mekanizmaları aracılığıyla finansal sistemlere bağımlılığı artıkça sermayenin egemenlik alanı da genişliyor.

Mesela ne oluyor?

İşsiz kalmaktan çekinen bir işçi düşük ücretlere yasal çalışma süresinin üzerinde çalışıyor ve fazla mesai almıyor. İşyerinde patron ya da ustabaşının psikolojik veya fiziksel şiddeti olduğunda ses çıkarmayabiliyor. İşgününü uzatarak ürettiği artık değere el koyan patron işsizlikle tehdit edebiliyor.

Genel anlamda kapitalist şiddetin (sömürü, angarya, uzun süre çalışma, sendikasızlaştırma, eylem yasaklama, işyerinde şiddet, iş cinayeti, vd.) en yoğun biçimi yaşanıyor. Buna karşılık emeğin GSHY içindeki payı yüzde 27’ye düşerken sermayenin payı ise son iki senede yüzde 42,9’dan 47’ye yükseliyor. Üretim alanında kapitalist şiddet, bölüşüm alanında ise şok yaşanıyor.

İktidar tarafından “çarklar dönsün” denildiğinde kast edilen temel olgu, ucuz meta üretimine endeksli ihracata dayalı büyüme modelinde her zaman çalışmaya hazır nüfusun varlığı ve yeniden üretimi. Bu aşamada kadınları işgücü piyasasından dışlayarak pronatalist politikalarla çocuk doğurmaya zorlayan ve evi çekip çevirmekten, işçiyi yeniden üretmekten ibaret gören ataerki sisteminin kapitalizmle ilişkisi de daha net ortaya çıkıyor.

İşçi intiharları, “toplumsal cinayet”tir. Türkiye’de de işçi intiharları yıllara göre artıyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre, 2013 yılından bugüne 649 işçi, işsizlik, borç, mobbing, yoksulluk, özsaygısını yitirme gibi çok sayıda nedenden ötürü yaşamına son verdi.

Hangi koşullar işçileri intihara sürüklüyor? “Birden çok faili bulunan politik cinayettir” diyorsunuz. Neden?

İşçi intiharları, “toplumsal cinayet”tir. Bu biraz provokatif gelebilir ancak vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü 1800’ler İngiltere’sinde kullanılan bir tabirdi. İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabında şöyle geçer; “kimse katili görmediği için, mağdurun ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayet” çünkü “suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur ama cinayettir.”

Türkiye’de de işçi intiharları yıllara göre artıyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre, 2013 yılından bugüne 649 işçi, işsizlik, borç, mobbing, yoksulluk, özsaygısını yitirme gibi çok sayıda nedenden ötürü yaşamına son verdi. İşçi intiharlarını iktidardakiler ne kadar münferit bir olay gibi göstermeye çalışsa da bu olgu kronik ve diğer sorunlarla ilişkili.

İşsizlik, borçluluk, yoksulluk, aşırı ve uzun çalışma, stres, kaygı, işyerinde sözlü veya fiziksel şiddet, hakaret, değersizlik duygusu, depresyon, tükenmişlik sendromu arttıkça işçilerin üzerindeki ruhsal ve bedensel yük de artıyor. Ne yazık ki, işçilerin basına yansıyan intihar notlarından görebildiğimiz kadarıyla güvencesizlik ve geleceksizlik düşüncesi daha hızlı ve kalıcı biçimde yerleşiyor.

Fransa, Japonya’da ve Çin’de de görülen işçi intiharları kapitalist üretimin yıkıcı sonuçlarının coğrafi anlamda benzerliğini ortaya koyuyor. France Telecom şirketinde 2008-2010 yılları arasında 34 işçi, Çin’de bulunan ve şimdilerde işçi isyanı ile gündemde olan Foxconn fabrikasında 20’ye yakın işçi intihar etmişti. Bildiğimiz kadarıyla en büyük iki neden borç ve aşırı çalışma idi. İşçi intiharları bu açıdan toplumsal cinayettir; bir açıdan da iş cinayetidir. Japonya’da Dentsu şirketinde aşırı ve uzun çalışmadan kaynaklı intihar eden bir işçinin ailesi “karojisatsu” davası açmış ve iş cinayeti olduğunu ispatlamıştı.

Buradan çıkış var mı? Ne yapmalı?

Yanıtı basit ve ancak pratik ve tatbik açısından en zor soru bu. Buna iki yanıt verilebilir. Birincisi, uzun vadede, işçi sınıfının temsil edilmekten ziyade bizzat idari yapılarda söz sahibi olduğu, kamu mülkiyetinin egemen olduğu siyasal bir sistem.

İkinci yanıt, kısa vadede, işçi sınıfının örgütlenme özgürlüğü. İş cinayetleri verilerinden görebildiğimiz kadarıyla iş cinayetlerinin çoğunluğu işyerinde sendikal örgütlenmelerin olmadığı yerlerde (yüzde 98) gerçekleşiyor. Tek başına sendikaların varlığı yeterlidir demiyoruz çünkü iş cinayeti ve kazalarında işvereni koruyan, cezasızlık kültürünü oluşturan hukuk sistemini de denkleme dâhil etmek gerekiyor.

İşsizlik, işçi intiharları, iş cinayetleri; bu üç soruna çözüm için siyasetten hukuka, sendikalardan derneklere geniş bir çerçevede yaklaşım, cezasızlığa karşı yaptırımlar ve denetimler gerekiyor. Çünkü gerçek anlamda bir sınıf “savaşı” yaşıyoruz; AKP’li 20 yılda en az 30 bin 224 işçi hayatını kaybetti.

Söyleşi: Özlem Ergun-Gazete Karınca