Aslı Odman: Öldürmeyen işin kurulması örgütlenmeden geçiyor

2018’de en az 1923 işçiyi iş cinayetlerinde yitirdik! İnsan hayatının değersizliğini ortaya koyan bu ağır tablo “istikrarlı” seyrini ne yazık ki söyleşiyi hazırlarken de sürdürdü. Herkes gibi, hepimiz gibi sorunlar, karamsarlıklar, neşeler, umutlar taşıyan en az 1923 kişi, gittikleri işlerinden evlerine dönemediler. Neoliberalizmi İslamcılık ve Türkçülükle sentezleyen AKP’nin 16 yıllık iktidarında iş cinayetlerinde yaşamını yitiren en az 21 bin işçi evine geri dönemedi. Kaçak bir maden ocağında, gelişigüzel istiflenmiş pamuk balyaları altında, trafo patlamalarında, balık istifi doldurulan traktör kasalarında, servis minibüslerinde, inşaat iskelelerinde, demir çelik potalarında, makine dişlileri arasında... İş güvenliği ve sağlığı tedbirlerinin alınmaması, alınmasından çok daha az maliyetli olduğu için hayatlarını kaybettiler. Yaralanan ya da meslek hastalıklarına yakalanan işçi ve emekçilerin sayısı ise bilinmiyor.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) kurulduğu 2011’den bu yana ısrarla ve inatla işte bu verileri tutuyor. İş cinayeti kavramının literatüre yerleşmesinde büyük katkı sahibi olan İSİG, aylık olarak kamuoyuyla paylaştığı iş cinayetleri raporlarının yanı sıra, mülteci/göçmen işçi ölümlerinden işyeri intiharlarına, devletin muhatap olmaktan kaçındığı verilerin izini sürüyor; sağlıklı, güvenli bir yaşam ve çalışma koşulları için mücadele ediyor.

Cumartesi söyleşinde bu hafta işçi ve emekçilerin sağlık ve yaşam hakkı başlığını konunun yetkin isimlerinden Aslı Odman’la konuştuk. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi ve Adalet Arayan İşçi Ailelerine Destek Grubu Gönüllüsü, Akademisyen, Sosyalbilimci Odman, “İş organizasyonu nasıl kapitalizmin kolektif bir organizasyonuysa, bunun yol açtığı kıyıma karşı mücadelenin de çok örgütlü ele alınması gerekiyor” diyor.

İş cinayetleri sayacına, tespit edilemeyenler de düşünüldüğünde her gün en az 10 işçi ekleniyor. Normal şartlarda işçi sınıfını ayağa kaldırması gereken iş cinayetlerindeki bu süreklilik tersine sorunun kanıksanmasına, sıradanlaştırmasına yol açıyor. Mücadeleyi doğrudan etkileyen sıradanlaşmanın önüne nasıl geçilebilir?

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi olarak (İSİG) gayretimiz bunun sıradanlaşmaması, durumun olağanüstü olduğunun ve hangi bağlamda oluştuğunun anlaşılması için tutarlı ve düzeyli bir mesai vermek. Yoksa, ölü canlar saymak değil. Giden can gitmişken, yerine gelmeyecekken verilerini tutma konusunda bu kadar titiz olmamızın nedeni de, sıradanlaşmasının önüne geçip, ilerdeki can kaybını engelleme umudu ve çabası. İSİG olarak yola koyulduğumuzdan beri “Türkiye’nin esas olağanüstü hali iş cinayetleridir” dedik. Günde onlarca insanın işten dönmemesi veya hayatını iş kaynaklı hastalıklar sonucunda kaybetmesi olağanüstü bir haldir. Sıradan değildir. İktidarın ilan ettiği OHAL, bu gündelik olağanüstü halin üstünü örttü, sıradanlaştırdı. Yani deklere edilen olağanüstü halle, görünmez kılınan olağanüstü hal arasında tersinden ve doğrudan bir ilişki var.

Bu ilişkiyi açar mısınız? Esas olağanüstü halin üstünün örtülmesi, çoklu iş cinayeti olmadığı sürece konunun gündem olamaması, dolayısıyla sıradanlaşma nasıl oluşturuluyor?

Aslında, gündem dediğimiz şey zaten iş cinayetlerinin en önemli failleri tarafından üretiliyor. Gündemin oluşturulmasının kendi içinde bir rasyonalitesi var ve o rasyonalitenin omuriliği şoklarla, gösteriyle toplumu yönetmek. Beka, güvenlik denilerek, operasyon, seçim vs tartıştırılırken, esas şok etkisi yaratması gereken, esas kamu güvenliği ve sağlığını ilgilendiren iş cinayetleri, kadın cinayetleri, hep beraber arsenikli su içiyor olmamız, bütün doğanın, ekolojik sistemin hiçbir neslin sağlıklı yaşayamayacak şekilde ortadan kaldırılması, kapitalizmin krizlerine doğayı, kentleri yağmalayarak çözüm bulması gibi konular geri plana ittiriliyor. Şok doktrini böyle bir şey zaten. Yaşanan sorunlar, örneğin konumuz olan iş cinayetleri üçüncü sayfa diline itiliyor, adli bir vakaymış gibi gösteriliyor.

İktidarın ve medyasının iş cinayetlerini kaza, kader fıtrat olarak sunmasının karşılığı olduğu için soralım, neden iş cinayeti diyoruz? İş cinayeti ile iş kazası arasında nasıl bir ayırım var?

Kaza dediğiniz zaman irade dışı, kasıt dışı, hata ile ve rastlantısal olduğunu söylüyorsunuz. Birincisi bu. Sonuçta bir kapitalist toplumun ceza hukukundan söz ediyoruz ve onun ceza hukukundaki cinayet kavramını kullanıyoruz. Bunu da bir slogan şeklinde ele almıyoruz. Cinayet davasının görüldüğü bir ceza mahkemesinde şunlar tartışılır, “Hata mıydı, kasıt mıydı? ” Dolayısıyla olayın içindeki rastlantı veya hataya sokulamayacak mükerrerliği, mükemmelen öngörülebilirliği, kastı göstermek istiyoruz. Bir iş organizasyonu içinde daha yoğun, daha uzun saatler çalışılıyorsa; şirketler halkla ilişkiler ve pazarlamaya yatırım yaparken, işçi sağlığı, iş güvenliğine yatırım yapmıyorsa; teknoloji sadece kâr elde etmek için kullanılıyor ama işçi sağlığı, can güvenliği için kullanılmıyorsa; oysa kullanılan başka yerlerde can kaybının nasıl önlendiği görülmüşse, bunun içinde bizim kasıt aramamız çok normal. İş organizasyonu kâr edebilmek için müthiş akli rasyonel kurulmuştur. Böyle bir durumda rastlantıdan, inançlı biriyseniz bile fıtrattan, kaderden bahsedilemez. Bugün bütün üniversitelerde, araştırma merkezlerinde iş organizasyonunu daha rasyonel hale getirmek için bin bir türlü bilgi ve veri üretiliyor. Yani kurumlar, tüzel kişilikler içindeki kişisel sorumluluğa varmak zor ama esasında o tüzel kişilikler içinde bu ölümler rasyonel bir şekilde gözardı edilerek programlanıyor.

Nasıl?

Merdiven altı olarak tabir edilen işletmeler bu rasyonel üretim sisteminin bir parçası. Büyük şirketler, (örneğin Zara’lar, Mango’lar ya da Cengiz’ler, Limak’lar ) kendi üretimlerinin bir kısmını üretimin, emeğin daha ucuz olduğu, çevre ile ilgili uygulamaların daha lakayt olduğu yerlere aktarıyorlar. Küresel meta zincirleri, fason, taşeron ağlarından geçmeyen bir meta yok gibi bugün. Dolayısıyla iş cinayetinin oluştuğu bu iş organizasyonunda bir kasıt var. Kâr kastı, canı koruma kastının önüne geçmiş. Organizasyonun temelinde kâr kastı olduğu zaman, bunun içine can koruma kastı sokulamıyor. Demek ki iş kazası değil, iş cinayetinden bahsetmek lazım. Nedenleri günbegün onlarca kere tekrar eden.

Yasalarına can koruma kastını yerleştiren ülkeler var mı?

Bu alanda toplumsal mücadelelerin daha yoğun verilmiş olduğu ülkelerden İngiltere’de pek çok mücadele sonucunda 2008’de “Kurumsal Cinayet Kanunu” (Corporate Manslaughter Law) çıktı, yani şirket suçu ayrı bir kanunla daha sıkı bir şekilde düzenlendi. Tüzel kişiliklerin, kurumların işçi sağlığı iş güvenliğini ve halk sağlığı gerekliklerini yerine getirmedikleri durumda meydana gelen kaza, hastalık ve ölümleri şirket suçları, kurumsal suçlar olarak yargılıyor. Biz, o şirketler ve devlet kurumları içindeki asıl sorumluları, iş organizasyonunda ihmali bulunanları, iş organizasyonunda ölüme götürecek koşulları değiştirmeyenleri sanık sandalyesine bile getirmekte çok zorlanıyoruz. Oysa Çorlu’daki tren kazasını da, Soma’yı da, Davutpaşa’yı da bu tip özel bir mevzuatla yargılamanız gerekiyor.

TÜRK MUCİZESİ: MESLEK HASTALIKLARINDAN KİMSE ÖLMÜYOR!
İş cinayetleri rakamlarını değerlendirirken, “bu buzdağının görünen yüzü” diyorsunuz. Görünmeyen yüzünde ne var ve neden yansımıyor?

Buzdağının altında öncelikle meslek hastalıkları var çünkü Türkiye’de meslek hastalıkları tanı koyma süreci aşırı bürokratikleştirilmiş, halk sağlığı değil sigorta çerçevesi içinde kurgulandığı için görünmez kılınmış. Son 3-4 seneden beri meslek hastalıklarından kimse ölmüyor görünüyor. Uzmanlar buna ‘Türk Mucizesi’ diyor ironik olarak. Oysa her yıl en muhafazakar hesaplama ile ani iş ölümlerinin bir misli, Dünya Sağlık Örgütü'nün bazı hesaplamalarında ise 6 ila 9 misline kadar meslek hastalığından çalışan ölüyor. Yani Türkiye'de en az 4 bin ila 15 bin kişi her yıl meslek hastalıklarından ölüyor olmalı. Bu konuda bir adet bile kapsamlı araştırma yapılamadı. Yani resmi meslek hastalığından ölüm sayısı, SIFIR.

İkincisi kayıt dışılık. Yollarda ölen yol işçileri veya tarlalarda çalışan mevsimlik işçilerin ölümlerinde olduğu gibi bazı iş cinayetlerinin trafik kazası olarak gösterilmesi en sık karşılaştığımız durum. Ölüm nedeni işle ilgili olduğu halde, bu ilginin koparılması söz konusu. Yüksekten düştü öldü, evde ev işi yaparken öldü, veya görünmez kılınan çalışma mahallerinde sokakta, hanede, merdiven altında öldü... Ama iş kazası olarak kaydedilmedi. Basına yansımadı, meclisin ağı erişemedi. O zaman görünmez kalıyor.

Üçüncü büyük alan, zaten çalışması emek olarak görülmeyenler. Bu kategoride en çok çocuklar, kadınlar ve mülteciler yer alıyor. Çünkü ev kadınlığı resmi istatistiklere göre bir ekonomik emek türü değil, çocukların evde, sokakta çalışması ekonomik emek türü değil… O nedenle buradaki ölümleri, hastalıkları, uzun vadeli sağlık kayıplarına da ulaşmakta zorlanıyoruz.

Dördüncü büyük alan ise işyeri intiharları.

Tespiti en zor olan alan da bu...

Evet. İnsanların, insanlık onuruna saldırı teşkil edecek şartlarda çalıştırıldıklarını biliyoruz. Çok eksik bir şekilde ‘mobbing’ kavramı altında dolaşıyor buna dair bazı bulgularımız. Buna bir de özelleştirme, devir, küçülme ya da tersi büyüme gibi gerekçelerle iş yükünün arttırılması eklendiğinde baskı daha da artıyor. Daha önce başka konumlarda çalışan insanlar, onura saldırı niteliğinde çok daha vasıfsız bir işe veriliyor veya 3 birim çalışırken 10 birim çalışması bekleniyor ve performanslar buna göre değerlendiriliyor. Kimi ülkelerde örneğin Fransa’da değişen emek rejiminin, üretim ilişkilerinin iş intiharlarıyla ilgisini kanıtlayan davalar oldu, Renault, France Télécom’da, ancak Türkiye’de bu ilişki kanıtlanamadığı için iş intiharlarını 3. sayfa haberi olarak okuyoruz.

CAN KAYIPLARI HUKUKLA MEŞRU KILINIYOR
İktidara göre “İş sağlığı ve güvenliği için Almanya’nın bile üzerinde yasalar getirildi!” Öyleyse, iş cinayetleri neden azalmıyor? Yasal düzenleme sorunun ne kadarını oluşturuyor?

Türkiye’de mevzuata dair büyük bir sorun yok. Hatta söylendiği gibi Türkiye’deki mevzuat pek çok açıdan Almanya’dan da, Fransa’dan daha koruyucu. Ciddi kısmının da kelime kelime tercüme olduğunu söyleyeyim. Yani oturuyoruz Alman işçi sağlığı güvenliği kanununu birebir alıyoruz ama uygulamıyoruz.

Meselenin en önemli yanı da, hukukun bir tek işçi sağlığı iş güvenliği alanında değil, her alanda tam tersine dönmüş bir işlevinin olması. Parçacıklı, torba kanunlarla yapılan ve olağanüstü gerekçelerle önümüze konan küçük hukuk maddeleri, artık ‘Hukuk’u dövdü. Torba kanunda bir madde çıkıyor, senelerin hak mücadeleleriyle oluşmuş örneğin çevreyle ilgili mevzuatı alaşağı ediyor. Böylece ilgili kanunun bütün ruhu bitiyor. İş cinayetlerinde de durum aynı. Can kayıpları, hukuksuzluklar hukukla meşru kılınıyor, hukuksallaştırılıyor. KHK’lerde olduğu gibi önce yapılıyor, ardından o yapılan hukuk içine çekiliyor.

Böylelikle hukuksuzluk ve cezasızlık iş cinayetlerinin önünü açan bir işleve bürünmüş oluyor…

Tabii. Ceza hukukunun da ruhu budur, değil mi? Kasıt niye sorgulanır? Bir başka cana kıymaya kastetmiş kişiye caydırıcı olacak şekilde ceza verilmezse, bir başka cinayetin önünü açmış olursun çünkü. Toplumun devam etmesi, kamu güvenliğini sağlamak için bir bedel tanımlar ceza hukuku. 2016’da İstanbul Davutpaşa’da meydana gelen patlamada 20 işçinin ölümüne 10 ay ceza verirseniz, tabii ki diğer Davutpaşaları programlarsınız. Adalet Arayan İşçi Ailelerinin ceza hukuku mücadelesi de bu yüzden. Davutpaşa kararının caydırıcı olabilecek şekilde sonuçlanması, giden 20 canla ilgili değil, gidebilecek yüzlerce canla ilgiliydi.

SENDİKALAR İŞÇİ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİNİ MERKEZE ALMALILAR
İSİG raporlarında da altı çizildiği üzere, iş cinayetlerinde hayatını kaybedenlerin yüzde 97.51’i sendikasız, örgütsüz işçilerden oluşuyor. Tablonun terse çevrilmesi için mücadele veriliyor ancak daha güçlenmesi, yaygınlaşması bahsinde çuvaldızı kendimize batırdığımızda ne söylersiniz?

İş organizasyonu nasıl kapitalizmin kolektif bir organizasyonuysa, bunun yol açtığı kıyıma karşı mücadelenin de çok örgütlü ele alması gerekiyor. Çünkü kendi çalışma koşullarımızın bütünle ilişkisini göremediğimiz için sağlığımızı, canımızı kaybediyoruz. Yani tek başına verilecek mücadele kesin yetmiyor. Zaten yaşanan işçi sağlığı ve iş güvenliği ihlallerinin canımızı, bedensel sağlığımızı ve psikolojimizi etkilediğini anlamak için bile yanımızdakilerle bir araya gelmeliyiz. Biz yan yana geleceğiz ki bütünü görebilelim. O yüzden örgütlenme çok asli bir mesele.

Peki örgütlenmenin esas aktörleri olan sendikaların bu konudaki karnesi nasıl?

Sendikalar meselenin bütünle ilişkisini kurma konusunda çoğunlukla ne yazık ki çok uzak. Zaten çoğu sendika, sendika ismini hak etmeyen sarı sendika ama var olan işçiden yana sendikacılıkla uğraşanların da eski kurumsal ezberlerinden ileri gelen ekonomik sendikacılığa odaklandıklarını görüyoruz. Esas enerjilerini toplu iş sözleşmesi yapmaya, bunun için pazarlıklara yönelttiklerini, yaşam eksenli, canı koruyacak işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunu merkeze koymadıklarını görüyoruz. Bunun sonucunda imzalanan toplu iş sözleşmelerde de işçi sağlığı ve güvenliğinin 20 sene önceki kuru soyut maddeleriyle yer alıyor. Sendikaların uzak durduğu bir diğer önemli mesele de işyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği ile verilerin toplanması. Oysa biraz önce bahsettiğimiz gibi verinin politika üretmeyle, örgütlenmeyle çok ciddi bir ilişkisi var. İşçinin işyerinde bedeniyle ilgili en önemli bilgiye sahip olan kişi olduğunu kabul etmek, iş kanununa dayanarak işçilerin çalışma koşullarının değiştirilmesini sağlamak gerekiyor. Bugün sadece mavi yakalı işçiler de değil, hepimiz borç kıskacında sağlığa ve onura saldırı teşkil eden çok tehlikeli işleri kabul ediyoruz. Pek çok insan hayatını birkaç kredi kartıyla döndürüyor. Bu nedenle bütün sendikaların işyerlerini yalnızca ekonomik sendikacılık üzerinden değil, bir sürü hakka sahip olmasına karşın canını, sağlığını ve onurunu nasıl kaybettiği üzerinden ele alan bir mücadeleyi tekrar merkezine alması gerektiğini düşünüyorum. Özetle, öldürmeyen işin kurulması ancak örgütlenmeden geçiyor.

‘KALKINMA’ BÜYÜDÜKÇE İŞÇİ KIYIMI ARTIYOR
İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz dönemleri iş cinayetlerine nasıl etki ediyor?

Bu konuda çokça araştırma yapmaya ihtiyaç var. 2008 sonrasını 2008 öncesiyle karşılaştırarak çalışmamız gerekir. Ama çok genel olarak şunları söyleyebilirim; özellikle 2018 yazından beri yaşadığımız krizde olduğu gibi, sektörün tüm ulusal işkollarını etkileyen kriz söz konusu olduğunda, üretimin “kalkınmanın” azaldığı yerlerde iş cinayetlerinde azalma görüyoruz. Yani ilk yüzeyde görülen bir düşüş var. Bunu, Tuzla’da da görmüştük. Çünkü Tuzla’da 2007 civarında ciddi bir büyüme vardı gemi inşaat sanayinde. Talep geri çekilince, üretim ve istihdam düştü, daha az işçi ölümü meydana geldi. Ya da 2014’te Soma katliamı oldu çünkü Türkiye Cumhuriyeti kömür yılı ilan etmiş, daha fazla kötü linyit kömürü rödovans sistemi ile çıkarılmaya başlanmıştı. Dolayısıyla iş kollarına baktığımızda nerede daha fazla “kalkınma” veya büyüme gerçekleşiyorsa, o iş kollarında “kalkınma” büyüdükçe kıyımın da arttığını söyleyebiliriz. Çin dünyanın fabrikası şu anda ve oradaki iş cinayetlerinin kitleselliği kalkınmanın kıyımla ilgili bedellerini çok iyi gösteriyor.

Diğer yandan kriz dönemlerinde, daha ucuz hammaddelerle, daha riskli çalışma teknolojileri kullanılarak daha az işçi, daha uzun saatler çalıştırılarak iş çıkarma gibi bir yönelim var. Yani borç kıskacında ölümü pahasına iş bulabilenlerin üzerinde daha fazla risk olduğunu söyleyebilirim. Daha az işçiyle aynı üretim seviyesi ayakta tutulmaya çalışılıyorsa, bu başka ölümlerin programlandığı anlamına gelecektir.

DEZENFORMASYONLA İŞ CİNAYETLERİ DOĞALLAŞTIRILIYOR
3. Havalimanı inşaatında kaç işçinin hayatını kaybettiği yönündeki yazılı soru önergesine Ulaştırma Bakanı Cahit Turhan, “30 kişinin iş kazaları, 25 kişinin de doğal yollarla öldüğü” yanıtını verdi. AKP’nin “fıtrat” ve “kader”den sonra iş cinayetleri yaklaşımına bir de “doğal ölüm”ü eklemesini nasıl değerlendirirsiniz?

Öncelikle şunu belirtelim, 3. Havalimanın geniş alanı içindeki ölümlerin tümü, ister kalp krizi, ister işyeri intiharı olsun, zaten İş Kanunu’na göre iş kazasıdır. Bunun tartışmaya açık bir yeri yok. Bu bilinmiyor mu, biliniyor. Bilinmesine rağmen iş kazalarını sıradanlaştırma, doğallaştırma çerçevesi içinde dezenformasyon yapılıyor. Hakikat sonrası politikanın dili bu.

Bakanın aynı yanıtta havalimanındaki iş kazaları nedenlerinin birinci sırasına sabotajı koyması da dikkat çekici…

Bu da dezenformasyonun bir parçası. “Bizim kalkınmamızı çekemiyorlar o yüzden de bizi sabote ediyorlar” söylemiyle uyumlu neo-popülist bir mantık. Bir gerçekliğe refere etmesi, meşrulaştırılması, kanıtlanması gerekmiyor. Söyleniyor ve gösteri hakikat-sonrası politikanın parçası haline geliyor.

Tam da bu yüzden karşı tarafın söylemlerini muhatap alarak tüm mücadeleyi kurmayı doğru bulmuyorum. Çünkü bunun tam da o dezenformasyon ve popülist bir şekilde kamuoyu oluşturma hamlesini beslediğini düşünüyorum. Meselenin eksenini muktedirlerin ne söylediği üzerinden değil, sorunu görünür kılınca bizim ne söylediğimizi kendi gündemimize oturtmalıyız. Devlette işçi sağlığı ve iş güvenliğine dair somut veri olmamasının, somut verileri de politika üretecek şekilde derleyip, sunmamasının bir nedeni de bu. Politika yapmak istemiyor ki, politikasızlık politikası yaptığı için veri tutmuyor, derlemiyor, sunmuyor, değerlendirmiyor. İSİG olarak, politika geliştirebilmek için devletin tutması gereken verileri gönüllü olarak tutmaya çalışıyoruz. O yüzden kendi verilerimize, kendi çalışmamıza yoğunlaşmak daha iyi olur.

ÇALIŞMA, DÜNYANIN HER YERİNDE İŞÇİLERİ ‘KASTEN’ ÖLDÜRÜYOR
Türkiye’de resmi verilere her gün meydana gelen ortalama 600 iş kazasında 6 işçi hayatını kaybederken, Almanya'da bir yılda meydana gelen 1900’e yakın kazada günde 1 kişi hayatını kaybediyor. Kapitalizm Almanya’da da tüm kurallarıyla işlediğine göre, makasın bu kadar açık olmasının nedeni ne?

Almanya’daki kapitalizmin sektörel birleşimi farklı. Kitlesel ölüm nedeni olan kömür madenlerini kapatmış mesela. Kömürü Rusya’dan, Çin’den alıyor, Çin’de ölüyor işçi. Veya tekstili Bangladeş'te ürettiriyor. Bosch, Mercedes, Siemens, Volkswagen aslen Almanya dışında fiziki üretimini gerçekleştiriyor. Konuyu iş kollarına göre ayrıştırarak daha ince baktığımızda ise meslek hastalıklarını, psikososyal riskleri ve iş kazalarını görüyoruz. Almanya’da işçi sağlığı ve iş güvenliği kaynaklı gün kaybı en çok psikososyal riskler alanında yaşanıyor. Bir dönem endüstriyel dönemde yoğun asbest kullanıldığı ve asbeste bağlı ölümler 20 ila 40 yıl sonra ortaya çıktığı için bugün Fransa’da her gün 8 kişi asbeste bağlı nedenlerden hayatını kaybediyor. Fransa'daki nükleer enerji tercihi, özellikle geçici işçilerin uzun vadeli hastalıklarının ortamını yaratıyor.

Çok basitleştirerek ifade edersek, Almanya’da inşaat işkolunda çok daha az işçi ölürken, Türkiye’de 'Alman iskele' kurulmadığından her yıl yüzlerce işçi hayatını kaybediyor. Bunun, dünyada var olan teknolojinin bizde işçinin hayatını korumak için uygulanmamasıyla ilgisi olduğu gibi, işin küresel olarak parçalanmasının ve dağılmasının da katkısı var.

İşin parçalanması inşaat sektöründe nasıl gerçekleştiriliyor?

Adalet Arayan İşçi Ailelerinin de yakından takip ettiği davalardan biri olan Esenyurt’taki Marmara Park AVM yangınından örnek verelim. 2012’de yatakhane olarak kullanılan plastik çadırda çıkan yangında 11 işçi hayatını kaybetmişti. Marmara Park AVM’nin ana işvereni olan ECE/Otto Grubu, Almanya, hatta Avrupa’nın en büyük AVM geliştiricisi. Otto Grubu burada bir bağlı şirket kurmuş, ECE Türkiye, o AVM inşaatını bir firmaya, o firma işi bölerek başka firmalara ihale ediyor ve dördüncü taşeronluk zincirinde plastik çadırda işçileri yatırıyorlar ve diri diri yanmalarına neden oluyorlar. Böyle bir şantiye Köln’de kurulamazdı evet, ama bu oradaki işçi mücadelesiyle, inşaat sektörünün oradaki genel ekonomi içindeki daha az önemli ve yavaş büyüyen konumu ile de ilgili. Ama küresel olarak baktığınız zaman çalışma dünyanın her yerinde çalışanları, işçileri öngörülebilir şekilde, yani 'kasten' öldürüyor. Bazı yerlerde mesleki hastalıklar, bazılarında psiko-sosyal riskler, bazılarında da doğrudan ani ölümler olarak karşımıza çıkıyor.

Ve bundan en fazla mülteci/göçmen işçiler etkileniyor?

Evet, en riskli, en kirli işi, en son gelen ve en az hakkı olanlar yapıyor. Aynı ülke içerisinde -Türkiye'de çok açık gördüğümüz gibi- işin neredeyse gabin koşullarında mültecilere, göçmenlere aktarılması var. İş cinayeti raporlarında mülteci ve göçmenlerin ölüm ve nedenlerine bakınca inşaat, taşocakları, kayıt dışı atölyeler, sokak işçiliği gibi alanlarda göz göre göre ölümüne çalıştırıldıklarını görüyoruz. O yüzden artık 'ülke karşılaştırmaları' yapmayı bırakıp, tehlikeli iş kolları, çocuklar, mülteciler gibi daha kırılgan insan grupları, belli ortak kimyasal vs. riskler arzeden havzalar, organize sanayi bölgeleri ve tabii ki işçi ve halk sağlığı mücadeleleri karşılaştırmaları yapmalıyız.

İŞ GÜVENLİĞİ VE SAĞLIĞI HEPİMİZİN MESELESİ
AKP, iş cinayeti davalarının takibi ve işçi sağlığı mücadelesini 8 yıldır sürdüren Adalet Arayan İşçi Ailelerinin Galatasaray’da her ay tuttukları nöbet eylemini de yasakladı. Aileler nöbetlerini başka mekanlarda sürdürüyor ancak yasaklamalar zincirine iş cinayetlerinin takibinin de eklenmesi için ne söylersiniz?

8 senedir sürekli olan nöbet, sohbetimizin başında konuştuğumuz sıradanlaşmayı engellemek ve “iş cinayetleri, yaralanmalar sadece bizim değil, hepimizin hikayesi” mesajını vermek için tutuluyor. O yüzden nöbet şeklinde yapılıyor ve o ayın iş güvenliği, halk sağlığı, meslek hastalıkları gündemi ve bununla ilişkili olan kovuşturulan davalar anlatılıyor. Yasaklamak, meseleyi sırf Galatasaray Meydanı'ndan değil, kamuoyunun ilgisinden de kaçırmaya çalışmak anlamına geliyor.

KAMU YARARI GİBİ KAVRAMLAR SIRADANLAŞMAYI SAĞLAMAK İÇİN KULLANILIYOR
İş cinayeti haberlerine “toplum sağlığı ve ahlakının zedelenmemesi, kamuoyunun yanlış bilgilendirilmemesi…” gibi gerekçelerle getirilen yayın yasaklarını nasıl değerlendirirsiniz?

İktidarın hem kendi sürekliliğini, hem sermayenin birikiminin sürekliliğini sağlamak için olağanüstü hal ilan etti. Bu olağanüstü rejim içinde kavramların içini boşaltma, içini boşaltırken de oluşmuş kavramların meşruiyetinin üzerinde yükselme tutumu yaygınlık kazandı. Gerekçelerde öne sürülen kamu sağlığı, kamu güvenliği, toplum ahlakı gibi kavramlar aslında tam da bu kalkınmanın can bedelini ödeyenlerin sahip çıkacağı kavramlar. O sıradanlaşmayı sağlamak için, kamu yararı gibi kavramların şimdiye kadar verilmiş tarihsel mücadelelerle ilişki kurarak tanımlanmasını engellemeye çalışıyorlar.Adalet Arayan İşçi Ailelerine Destek Grubunun altı senedir çıkardığı iş cinayeti almanaklarının en önemli işlerinden biri, ana akım medya başta olmak üzere tüm medyadaki iş cinayetleriyle ilgili dili değiştirmeye çalışmak. Orda her düzeydeki iş cinayetinde sorumluluğu ölen işçiye bindiren, olayı adlileştiren veya ölümle ilgili pornografik detayları öne çıkaran bir dil var ve bu dil ölümün hangi çalışma şartları içinde olduğunu karartıyor. İlişki kurmamızı engelliyor. Dolayısıyla yayın yasakları konusunda çok bir şey yapamıyoruz ama iş cinayetlerinin, çalışma koşullarının, iş organizasyonunun hangi yapısal özelliklerinden kaynaklandığını; aktörlerinin, faillerin kim olduğunu ortaya koyma konusunda basının da gidecek çok yolu var.

Serpil İlgün / Evrensel