Havai fişek ve cambaza bakmak - Serkan Küçük

Yine yeni bir iş cinayetiyle daha meşgulüz. Başka sarsıcı bir gündemin rüzgarına kapılana dek elbette. Sonra da toplumsal belleğimizin karanlık takvimine bir gün daha ekleyeceğiz. Fil mezarlığına dönen bu topraklarda, hayat diye yaşadığımız şeyin tadı bir nebze daha kekremsileşecek. Bu döngüyü biliyoruz, her sabah içine uyanıyoruz ve kanıksıyoruz. Ufak da olsa vicdan kırıntısı taşıyan hemen hepimiz bu tür kazalar olmasın; kadınlara, çocuklara, hayvanlara tecavüz edilmesin, doğa katledilmesin, insanlar suçsuz yere hak mahrumiyetine uğramasın istiyoruz. Elimizden geldiğince olayların arka planını anlamaya, tepki göstermeye, taleplerimizi dillendirmeye çalışıyoruz. Ancak etki şiddeti yüksek ve sonuçları dayanılmaz ağır bu tür olaylardan sonra yükselen toplumsal tepkiyi yanış yöne kanalize eden bir eksen kayması söz konusu bencileyin.

Deprem sonrası topluca amatör jeofizikçi, maden kazası sonrası amatör madenci, patlama sonrası amatör iş güvenliği uzmanı, pandemide amatör immünolog oluveriyoruz. Ne olmuş, nasıl olmuş, niçin olmuş sorularının peşinde nefesimizi ve sabrımızı tüketiyoruz. Havai fişek patlamasında da benzer bir durum söz konusu. Basın bu konudaki algılarımızın yönlendiricisi oldu ve herkes “neden patladı’’ sorusunun peşine düştü. Oysa bu sorunun teknik yanıtı ve ayrıntıları geniş kitlelerin takılıp kalması gereken nokta değil. Tıpkı fay hatları gibi, tıpkı Kanal İstanbul, tıpkı nükleer santraller, tıpkı Soma gibi. Meşhur hikayedir, gösteri esnasında yolunu bulmak isteyen uyanıklar sürekli olarak cambaza bak be derlermiş. Acaba birileri bizi teknik detaylara boğarak hep cambazı mı göstermiş oluyor dersiniz? Yahut sorunları çözemeyince malumatfuruşluğa vurmak psikolojik açıdan bir can simidi mi?

Havai fişek fabrikasındaki patlamanın sebepleri elbette olay yeri ve kaza araştırması sonrasında netleşebilir. Eğer düzgün yapılırsa. Buna karşın çok temel birkaç hususa değinmek mümkün. Havai fişeğin ve benzer patlayıcıların hammaddeleri piroteknik malzemeler olarak adlandırılır. Bu malzemeler sigara içilmesi, sürtünme, statik elektrik yüklenmesi, elektrikle yapılan işlemler vb. sonucu oluşacak kıvılcım nedeniyle kolaylıkla yanma ya da patlama tepkimesi gösterirler. Bazıları sıcaklık yükselmesiyle de tetiklenebilir yahut kendi sıcaklığını yükseltebilir. Doğaları gereği üretimleri, depolanmaları, taşınmaları ve kullanımları yüksek risk taşır. Özel mevzuat ve standartları vardır. Lise kimyası okuyan hemen herkesin bileceği bu bilgiyi fabrika sahip ve yöneticilerinin, denetçilerin, yerel yönetimlerdeki teknik insanların vb. bilmemesi mümkün mü? Elbette değil. Peki buna karşın aynı fabrikada ona yakın sayıda patlama yaşanması neye delalettir? Söyledikleri gibi işçiye baskı yapan ustabaşıları, İSG Kurul Karar Defteri’ni işverene iletmeyen iş güvenliği uzmanı, yanlış yerde depolama yapan işçiler mi sorumludur?

Cambaza takılıp kalmamak için başka noktalara da bakmakta fayda var. Türkiye’de özellikle yüksek riskli bir endüstriyel tesis kurmak ve işletmek ana hatlarıyla altı adımdan oluşan bir süreçtir.

Bu süreçlerin hepsini tamamlayan bir tesis yüzlerce izin, ruhsat vb. almak, onlarca denetimden geçmek durumundadır. Hemen her alanda boşluk kalmamacasına bir mevzuat vardır. Havai fişek üretiminde de sivil amaçlı patlayıcı maddelerle ilgili tüzük, büyük endüstriyel kazalar, yangın ve acil durumlarla ilgili yönetmelikler yürürlüktedir.

Bütün bu adımlarda böylesi bir felaketi doğuracak hataları görmeyecek teknik insanlar ve bürokratlar olmadığını kimse ileri süremez. Soma’da da böyleydi.

Müesses nizamını oturtmuş bir kapitalist sistem içerisinde, bu hatalar altı adımlık sürecin en azından bir noktasında yakalanır, giderilmesi için fırsat tanınır, giderilmiyorsa ilgili aktörler oyundan çıkarılırdı. Bunu kurcalayan bir basın, baskı unsuru olan sendikalar, meslek örgütleri, STK’lar, özerk bürokrasi ve üniversiteler, bağımsız yargı bu işin sigortası olurlardı. Evet asgari düzeyde de olsa “liberal demokrasi’’ denilen bir sistemden bahsediyorum.

Örneklerini çokça gördüğümüz gibi sermaye sınıfı bu müesses nizam içinde de işlerini yürütebiliyor. Siyasetçilerin ve bürokratların satın alındığı, lobicilerin belirleyici olduğu, basının yönlendirildiği, hükümetlerin devrildiği gibi gerçeklere rağmen teknik ayrıntılara riayet çoğunlukla atlanmıyor. Zira kuralsızlığın kaos getireceğini en iyi liberalizm biliyor. Bizim buralardaysa her türlü kural giderek belirsizleşiyor. Cumhuriyet elitleriyle giriştikleri mücadelenin şu anki ve görünürdeki galipleri sistemi, ‘’ben yaptım oldu’’ vitesine yükselttiler ve geriye almıyorlar. Eğer termodinamik burada da çalışırsa bir süre sonra isteseler de alamayacaklar. Bu düzene ‘’baş kaldıran’’ ve taşralılık karakteri baskın olan ideolojik damar, kendi sermaye sınıfını ve kültürünü yaratmak için yıllardır olağanüstü bir çaba harcıyor. Bu çaba, “bal tutan parmağını yalar’’ şeklinde tezahür etse de asıl derdin kapitalizmle değil yeşilin tonuyla olduğu atlanmamalı. Taşralılık karakteri hem ideolojilerinin ruhundan hem de tabanlarından geliyor bugünkü muktedirlerin. Ticaret ağırlıklı bir esnaf sınıfı iktidarın temel dayanağı olmuş durumda. Hemen her şey bu sınıfın temsil ettiği zihniyet dünyasının kalıplarında şekilleniyor. Bir gün sen de sınıf atlayabilirsin diyor onlar da kendi mahallelerine. Elbette bizim mahallede kaldığın sürece alt metnini ekleyerek. Başka mahallelere ise uzun süredir kapalılar ve “ya sev ya terk et’’ ikiliğini norma dönüştürüyorlar. Kral çıplak diyenlerden apayrı bir mahalle yarattılar Silivri dolaylarında. Herkes buraya bakıp ibret alsın diye.

Koyu lacivert bir taassubun hızla zifir karanlığa döndüğü ve bazı tespitlere göre profaşizmin yürürlükte olduğu bu dönemde, havai fişek patlamasının niçin olduğu sorusunun pek bir anlamı kalmıyor. Aynı firmanın pek çok kez patlamasına rağmen ticari faaliyetine devam edebildiği, esnaf irisi sanayi burjuvazisinin siyasetle ilişkilerinin meşruiyetinin sorgulanmadığı, fıtrat ve kader kavramlarının şehadet sosuyla sunulduğu bir iklimde sizce patlamanın teknik sebebini bilmek bizi rahatlatacak mı? Evet ise ben size kestirmeden söyleyeyim; bu patlama ve sonrasında yaşanan akıllara ziyan ikinci patlama kuvvetle muhtemel, statik elektrik deşarjı, mekanik – elektriksel kıvılcım deşarjı, kendiliğinden ısınma sebeplerinden birisinden meydana gelmiştir. Buz gibi bir gerçek olarak fabrika ölçeğindeki tek sorumlu işverendir. Tartışılacak hiçbir yanı yoktur. Soma’da da yoktu, Çorlu’daki tren kazasında da. Ölçeği büyüttüğümüzde altı adımda açıklamaya çalıştığım sürecin tüm kademelerinde yer alanların sorumluluğu da su götürmez. Buraya kadar görüp, süreci tasarlayan ve yöneten muktedirleri görmemek kaçak güreşmek olur. Dolayısıyla eksen kayması dediğim şey burada düğümleniyor bana göre. Muktediri görmeden, teknik ayrıntılarda boğulmak aslında kimseye iyi gelmiyor. Aşırı uzmanlık bilgisi yanılsama yaratıyor.

Sorunun adını koymak ve buna göre politika üretmek kaçınılmaz. İş cinayetleri de nefret cinayetleri de doğa katliamları da hak gaspları da politiktir. Biri diğerinden ayrı düşünülmemelidir. Fabrikaları çok güvenli ama trafiği berbat bir toplum olamayacağı gibi, insan hakları çok gelişmiş ama fabrikaları aşırı güvensiz bir durum da söz konusu değildir. Bütün bunlar bir denge içinde olur. Eğer tespiti doğru yapıp aşırı uzmanlık bilgisinde boğulmazsak etkili bir mücadele hattı kurgulamak mümkün. Bu tür bir mücadele hattının etkili argümanlarından birisi bana göre tüketmemektir. Çevreyi kirletenin, madeni göçürtenlerin, fabrikayı patlatanların, cinsiyetçi, türcü vb. davrananların ürünlerini tüketmemek, anlayacakları bir dille karşılık vermek demektir. Bu dilin üslubunu hep birlikte bulmalıyız. Belki her iş kazasına değil ama bu patlamaya gönül rahatlığıyla iş cinayeti diyebilmek üslubu kurmaya yarar. Hem iş cinayeti demeyeceğiz de ne diyeceğiz ‘’Müstakil’’ mi?

* Yüksek lisansları afet ve acil durum yönetimi ile yangın güvenliği alanlarında olan bir kimya mühendisi, A sınıfı iş güvenliği uzmanı

Gazete Duvar