2009’da ekonomiye can veren kadın işçilerin, bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde bir çığlığıdır can vermeden çalışmak!
Böyle yazıldı isimlerimiz. Güldane Çiftçi (22), Özlem Ünal (19), Bircan Karataş (21), Naciye Karadeniz (47), Altun Yüksek (46), Fikriye Özentürk (43), Nuriye Can (37), Nebahat Salkım (39). İsimlerimizin kimse için çok da önemi yoktu. Hepimizi hızla tek bir sayı yaptılar, artık ne Güldane, ne Özlem, ne Bircan, ne Naciye, ne Altun, ne Fikriye, ne Nuriye, ne Nebahat’tik. Bundan böyle hepimiz birden, sayıyla 8’dik. “İstanbul’da yaşanan sel felâketinde sabah işe gelmek üzere yola çıktıkları servis minibüsünün içinden çıkamayan 8 işçi kadın boğularak öldü” diye bahsedilen 8 bizdik. Ardımızdan “Anneme gitme dedim” diyen çocuğumuzun gözyaşlarının selinde kimse boğulmayacaktı.
O sabah İstanbul’da günü güneş doğurmadı. Tarih 09.09.09’du. Gece 9’da Dünya Kupası elemelerinde Bosna Hersek-Türkiye maçı vardı ve Türkiye kazanırsa Dünya Kupası’na gidecekti. Gelsindi artık gecenin dokuzu. Babalar, oğullar, kocalar, abiler FOX seyredeceklerdi akşam.
Akşam olmaya ne hacet. Akşamdan beterdi sabah. Kahverengi gökyüzü mü olurmuş? Bildiğin kahverengiydi gökyüzü. Gece yağdığı yetmez, yağmur yağdıkça yağar, şimşek çaktıkça çakar, gök gürledikçe gürler, İstanbul göl oldukça olur, sel önüne ne çıkarsa alıp götürür, koca TIR’ları sürükler, üst üste bindirir, sular otobüslerin boyuna çıkar, çıkabilen insanlar otobüslerin üstüne çıkarken, bizler henüz daha 8 değilken, kendimizi hani neredeyse şanslı bile sayan Güldane’ydik, Özlem’dik, Bircan’dık, Naciye’ydik, Altun’duk, Fikriye’ydik, Nuriye’ydik, Nebahat’tik, anneydik, evlattık, ablaydık, teyze, hala, yengeydik ve işçiydik. Pameks Fabrikası’nın tekstil işçileri… Tamam onca emeğe, onca saate bir lokmaydı kazandığımız ama aç değildik açık değildik. Yol parası vermez, fabrikaya servis aracıyla gidip gelirdik. Yol boyu yolu görmezdik, seslerden bilirdik, kıvrımlardan anlardık nerde olduğumuzu… Tümüyle kapalı bir kutuda olurduk. Benzetmek gibi olmasın, bir tabutta sanki… Bazen boğulacak gibi olurduk. Birimizden biri güldürüverirdi hepimizi. Öyle öyle bir bakardık, homurdanarak durmuş servisimiz. Anlardık gelmişiz. O anda unuturduk boğulacak gibi olduğumuzu… Geçerdik makinelerimizin başına… Tıkır da tıkır, tıkır da tıkır… Ekonomiye can verirdik…
İnsan değil yük taşımak için kullanılan servis aracından balık adamların aramasına…
9 Eylül sabahı vardık fabrikanın önüne, Mehmet durdurdu aracı. Açılınca arka kapı, her günkü gibi bir bir atlamadık aşağıya… durduk hepimiz, baktık hem şaşkın, hem korkulu gözlerle. Fabrikanın önü en az bir karış su. Suda yüzüyor ne varsa. Kaldık öyle. Çıksak mı, çıkmasak mı? Biliyoruz; sel suyu bir karış bile olsa, çıkma dendiğini, o suyun seni ayakta bile komayıp alıp götüreceğini… Canımızı sokakta bulmadık ya… Mehmet, öndekileri fabrikaya sokup araca döndüğünde çıkmadık hiçbirimiz. O anda istinat duvarları yıkıldı. Duvarları yıkıp taşan su her yerden deli gibi taştı. Bir karış su, oldu on karış, elli karış, kim bilir kaç karış… Servis minibüsünün camı olmayan arka kısmı olduğu gibi su doldu taa tepeye kadar. Ayakta zor duruyoruz. Ele ele tutuştuk. Kimimiz çığlık çığlığa, kimimizin dilinde mır mır dua, kimimizin dili tutuldu. Bağıran bağırdı: Özleeem… Güldane… Nuriyee… Naciyeee… Altuun… Bircaan… Nebahaaat… Oyy anacım… Sıkı sıkı tuttuk birbirimizi… Birlik olursak, yıkamaz bizi dedik… Biz diyelim 20 saniye, siz 30 saniye… Deprem gibi… Sel mi duyacak bizi, yıktı geçti. Bizi fabrikanın önünde minibüsün içinden, kim bilir nerelere akan suyun içine ok gibi fırlattı, sürükledi, sürükledi, ama ne sürükledi… Suyun içinde değildik de, sanki taşa çarpıyorduk. Hiçbirimizde takat bırakmadı… Meğerse, boğulmak dediğin buymuş. Boğulduk. Ekonomiye can vermek de buymuş… İnsan değil yük taşımak için üretilmiş, o araçla insan taşınmasının yasalarca yasaklandığı servis minibüsünün içinde sel sularına kapıldığımızda yük olduğumuz, bir eşya gibi taşındığımız ve bir eşya gibi sürüklendiğimiz çıksın artık ayyuka…
Sonra balık adamlar geldi. Çamurlu suların içinde aradılar bizi. Bir bir çıkarttılar hepimizi. Önce hangimizi kim bilir… En son kimi… Yere boylu boyunca dizdiler bizi… Örttüler üstümüzü… İkimizin boyu uzun geldi, ya da örtü ikimize kısa…
Yağmuru emecek toprak, suyu tutacak ağaç, yatağında özgür akacak nehir!
İki günde herkesin diline pelesenk oldu şu cümle: “Doğa intikamını aldı.” Bir nehir ki, Bizans dönemindeki adıyla Ayios Mamas… Milyonlarca yıl önce geniş mi geniş, gürül mü gürül akan, etrafına cansuyu olan nehir, hapsedile hapsedile, 4 metreye kelepçelene, kimi yerlerini künkleyip üzerine asfalt yapıla, suyuna kilit vurula ede dereye, adı da Ayios Mamas’tan Ayamama’ya dönen nehir… 1995’teki sel felâketiyle adını duyuran ve ıslahının yapılacağı sözü verilen… Belli ki “Böyle bir afet 100 yılda bir gelir” raporuyla rehavete kapılıp unutulmuştu verilen sözler. Yatağıyla oynanan, yatağı imara açılan, yanı yamacı evlerle, alışveriş merkezleriyle, işyerleriyle donatılan, en olmayacak yerine; denize döküldüğü noktaya TOKİ Ataköy Konakları dikilen Ayamama deresi… Nebahat’in, Fikriye’nin, Özlem’in, Güldane’nin, Nuriye’nin, Altun’un, Naciye’nin, Bircan’ın anneleri nasıl ki cansuyudur evlatlarına, Ayamama da cansuyuydu bostana, insana… Doğasına, kendi haline bırakılsaydı… Muktedirlerin bunu ayamamaları sadece ranttandır. Ortada yağmuru emecek toprağı, suyu tutacak ağacı, yatağında özgür akacak nehri bırakmayan insan değil de, kimdir?
İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş “Bu tablo İstanbullunun tedbirsizliğinin sonucudur” derken, insanlar sel sularına kapılmış ürünleri; havalı ve pompalı tüfekleri, porselen tabakları, hazır çorba paketlerini, televizyonları yağmalayacak… yetmeyecek başka şehirlerden, Zonguldak’tan bile minibüsle gelip yağmaladıkları öteberileri minibüse doldururken, onlara mikrofon uzatan televizyonculara, “Çekmesene” diyen de olacak, “İhtiyacım var” diyen de, “İhtiyacı olanlara dağıtacaktım!” diyen de, “Çeyiz düzüyorum!” diyebilen de… İstanbul Valisi Muammer Güner de, “Yok öyle şey” diye yağmacılığın olmadığını söyledikçe, “Yok öyle yağma!” diyen varsa da kelime oyununun bile sırası değildir.
Salı sabahtı… Akşam dokuzda maç var!
Bizim babalarımızın, oğullarımızın, kocalarımızın, abilerimizin o gece Bosna-Hersek, Türkiye maçını görecek gözleri kalmayıp, analarımızla birlikte acıdan boğula dursunlar bütün ülke 09.09.09’da saat 9 oldu mu gol atalım, Dünya Kupası’na gidelim diye dokuz doğurur… Bu dokuzlu rakam buluşmasının bir mucize barındırdığına inanırlar. Akşam, kendini maç heyecanına bırakıverir sabahki sel üzüntüsü.
Tabut Servis Davası’nda suçlu: Doğal afet…
İstanbul Teknik Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi uzmanlarınca hazırlanan rapora göre, “Doğal afetin asli derecede 8’de 4, fabrika sahibi Mehmet Cevdet Karahasanoğlu tali derecede 8’de 3, idare amiri Ferit Göncü de tali derecede 8’de 1 oranında kusurlu, servis şoförü Mehmet Oğur ile biz ölen sekiz kadın ise kusursuzdur.” “Taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olmak” suçundan 3 yıldan 15 yıla kadar hapis cezasına çarptırılmaları istenen tutuklu yargılanan patronumuz Mehmet Cevdet Karahasanoğlu’nun ve idare amirimiz Ferit Öncü’nün avukatlarının bu bilirkişi raporuna itirazlarını mahkeme de uygun bulur.
İkinci bilirkişi raporunun okunacağı mahkemede patronumuz Mehmet Cevdet Karahasanoğlu “Maalesef birçok ilde çok büyük bir sel felaketi yaşandı ve birçok canı kaybettik. Bu canların içinde biz sekiz tane evladımızı kaybettik. Yaralarımız çok büyük. Kurum olarak ne gerekiyorsa yaptık ve yapmaya da devam edeceğiz. 400 kişi çalıştırmaktayız. 25 yıldır tek bir iş kazası bile yaşanmadı. Olay günü evdeydim. Sular yükseliyor diye telefon geldi. Gittiğimde olay olup bitmişti. Ortalık perişan haldeydi” dedi.
Bizimkilerse… Güldane’nin babası Sürmeli Çiftçi, Nuriye’nin eşi İbrahim Can, Özlem’in abisi Birol Ünal, Naciye’nin eşi Kâmil Karadeniz “Biz firmayla anlaştık. Şikâyetçi değiliz” dediler. Avukatlarıyla birlikte davadan çekildiler ve daha duruşma sürerken mahkeme salonunu terk ettiler… Kaybedilmiş davanın, terk edilmiş dava olduğunu bilmiyorlardı zaar. Dışarıda ısrarla soru soran televizyoncularla göz göze gelmekten kaçındılar. “Uzlaştık” diyerek uzaklaştılar.
İTÜ’den Prof. Dr. Metin Ergeneman ve Öğretim Görevlisi Murat Kuruoğlu ile İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ömer Ekmekçi’nin hazırladığı 3 Kasım 2009 tarihli ikinci bilirkişi raporu, servisin camlı ya da camsız oluşunun olaya etkisinin olmadığını belirtiyordu: “Şirket Yönetim Kurulu Başkanı’ndan, İdare Amiri’nden ve aracın şoföründen sel felaketine karşı önlem almalarını beklemek mümkün değildir. Almaları gerekli bir önlem bulunmadığı için, olayın meydana gelişinde kendilerine kusur bulunması mümkün değildir. Kazanın oluşunda asli ve tek etken meydana gelen doğal afettir.”
Ve “Tabut Servis” olarak bilinen davada son: Müştekiler şikâyetlerinden vazgeçince, tutuklulukta geçirdikleri birkaç aylık süre de göz önüne alınınca, hâkim okur kararı: Mehmet Cevdet Karahasanoğlu ile Ferit Göncü’nün tahliye edilmelerine… Karahasanoğlu’nun günlüğü 60 TL’den olmak üzere 243 bin 200 TL, Göncü’nün de 91.200 TL adli para cezalarının 24 eşit taksitle ödemelerine…
Duruşma salonunda bir sevinç… Adliye önünde de öyle… Suçlu bulunmuştu işte. Suçlu; doğal afetti. Sel idi. Ağlarsa bir anamız ağlardı. Bir de, suçlu ilan edilse de Ayamama deresi… Aslı Ayios Mamas… Sezen Aksu’nun bir şarkısı vardı: “Masum değiliz hiçbirimiz…” diyordu, değil mi?