Biri 16, diğeri 13 yaşında iki çocuk… Denizli’de sabahın köründe oto sanayide bir dükkan açıyorlar. Henüz ustaları, yani patronları gelmeden işe başlıyorlar. Saat 8.30 sularında, 16 yaşındaki MESEM’li Cengizhan ile 13 yaşındaki iş arkadaşı Tunahan boya karıştırıyor. Boyayı inceltmek için kullandıkları tiner kıvılcımla bir anda parlıyor. Alevler içinde kalan Tunahan’ın tüm vücudu yanıyor; Cengizhan’ın ise vücudunun bir kısmı hafif yanıyor. Çevredekiler Tunahan’ı suyla söndürmeye çalışıyor. Ağır yanıklarla önce Pamukkale Üniversitesi Hastanesi’ne götürülüyor. Ancak hastanede yanık ünitesi bulunmadığı için bu kez İzmir’e sevk ediliyor.
13 yaşında bir çocuk, sabah işe gittiği için yaşam mücadelesi veriyor. Bu tabloya “mesleki eğitim” demek mümkün mü? Bu, çocuk emeğinin nasıl göz göre göre ateşe sürüldüğünün somut bir örneği oldu, tıpkı Dilovası’nda yanarak ölen kız kardeşleri gibi. Geçen yıl 71 çocuk işçi ,iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Bu yıl henüz tamamlanmadan ölen çocuk işçi sayısı 90’a ulaştı. Her iki günde bir çocuğun çalışırken öldüğü bu ülkede, çocuk emeğinin durumu artık istatistiklerle değil, açık bir toplumsal utançla ifade ediliyor. Buna rağmen iktidar cephesinden gelen açıklamalar, bu tabloyu değiştirmeyi değil, normalleştirmeyi hedefliyor.
‘Devlet güvencesi’ mi, devlet eliyle sömürü mü?
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in “çocuk emeğini devlet güvencesine almakla” övünen sözleri, MESEM’ler üzerinden çocuk işçiliğini kurumsallaştıran açık bir sınıfsal tercihi ortaya koyuyor. Eğitim, çocukları koruyan kamusal bir hak olmaktan çıkarılıp sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirilen bir işgücü politikasına dönüştürülüyor. Çocukların okullarda olması gerekirken atölyelere, sanayi sitelerine yönlendirilmesi “mesleki eğitim” adı altında meşrulaştırılıyor.
Usta-çırak masalı ve kaybolan çocuklar
Bu politikanın sendikal alandaki savunucularından biri Eğitim-Bir-Sen Genel Sekreteri Talat Yavuz. Yavuz, MESEM’leri “usta-çırak ilişkisi” ve “değerler eğitimi” söylemiyle aklamaya çalışıyor. Zorla baş etmeyi, sabretmeyi, vatan-millet sevgisini işyerinde öğrenmekten söz ediyor. Ancak bu söylem, iş cinayetlerinde hayatını kaybeden çocukları, yaralananları ve sakat kalanları görünmez kılıyor. Vatan ve millet adına her iki günde bir çocuğun ölmesi, gerçekte sermayenin artı değeri uğruna çocuk emeğinin feda edilmesidir. …vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan…
Kazanan patronlar, kaybeden çocuklar
Bugün MESEM’lerden kazanan patronlardır. Çocuklar ise ağır, güvencesiz ve denetimsiz koşullarda çalıştırılıyor; yaralanıyor, ölüyor. Bunun adı eğitim değil, açık bir emek sömürüsüdür. “Usta-çırak ilişkisi” söylemi, kullan-at çocuk emeği politikasının ideolojik örtüsüne dönüşüyor.
Aile yılı?
Bu tablo, AKP’nin kadınları eve, çocukları işyerine hapseden politikalarının eğitim alanındaki yansımasıdır. Kamusal, nitelikli ve parasız eğitim talebi bilinçli biçimde tasfiye ediliyor. “Aile Yılı” söylemiyle aile kutsanırken, sosyal devletin sorumlulukları aileye devrediliyor; yoksulluk, güvencesizlik ve çocuk emeği kader gibi sunuluyor. Bedelini ise yoksul emekçi ailelerin çocukları canlarıyla ödüyor.
Çocukların yeri işyeri değil okul
Çocukların yeri atölyeler ve fabrikalar değil; güvenli, bilimsel ve parasız okullardır. Çocuk emeği ücretli emek olarak yasaklanmadıkça, çocuklar sermayenin kâr hırsının kurbanı olmaya devam edecektir. Çocuk ölümleri kader değildir; bu politikaların doğrudan sonucudur. MESEM’ler kapatılmalı, çocuk işçiliğine derhal son verilmelidir. Mesleki eğitimde yer alan her çocuğa burs sağlanmalıdır. Çocukların yaşamı ve geleceği patronların kâr hesaplarına teslim edilmemelidir.
