Dr. Ersin Arslan’ın anısına - İzzettin Önder

Türkiye’de çağdaşlaştırılmaya çalışılan bir kesimin ezeli mücadelesinin AKP iktidarı ile ebedi amaca dönüştürülmesi ülkeyi ve toplumu cahiliye devrine döndürme potansiyeli taşımaktadır. Zira yarım yüzyıla yakın süre içten içe sürdürülen sabırlı bir çaba ile besleyip büyütülen gerici doku, tabandan yükselen iktidarıyla tedricen şiddetlenerek toplumu kendi özlemlerine çekmeye ant içmiş gözükmektedir. Toplumun her aşamasında gözlemlediğimiz ve giderek yükselen şiddet, çağın gidişine ve akla uymayan gericiliğin ikna yoluyla topluma kabul ettirilemeyeceği anlayışının simgesel patolojisinin toplum katmanlarına yayılmasının işaretleridir.
 
Dr. Ersin Arslan’ın öldürülmesi basit bir polisiye olay değildir. Cinayetin 17 yaşında bir genç tarafından işlenmesi, dedenin parasından yoksun kalınacağının cinayet gerekçesi olarak gösterilmesi vs gibi ifadeler polisi ve mahkemeyi ilgilendirir, ama toplumsal patolojinin analizine soyunan sosyologları ve sosyo-psikologları hiçbir şekilde tatmin edemez. Bu konu benim ihtisas alanım olmayıp, buradaki amaç sosyo-psikoloji alanındaki uzmanları toplumu aydınlatmaya davettir. Bu görev onlarındır!
 
Toplumsal patolojilerin siyaset ve ekonomi alanındaki gerici dönüşümlerin sosyal yansımaları olduğunu düşünmekteyim. Böyle bir yaklaşımda, dış etkileşim bağlamında Türkiye’nin büyük bir merkezkaç güçle savrulduğu emperyalist ilişkileri dikkate almak zorundayız. Bunun yanında, iç etkileşim bağlamında da, Cumhuriyet yönetiminin modernleştirmeye çalıştığı dokuların yarım yüzyıllık gerici faaliyetler sonucunda oluşturmayı başardıkları iktidarlarının gölgesinde konumlarını pekiştirme çabalarını çözümlemek gerekir. Ne hazin bir rastlantıdır ki, çöken dünya kapitalizminin yükselttiği ve saldırganlaştırdığı emperyalizm, içte gerici dokuların yükselişi dönemine denk düşerek, dirsek teması içinde, ülke siyasetini belirlemekte ve kendi çıkarları doğrultusunda giderek daha fazla alan kapma gayreti içine girmektedir. Bu mücadelede dış güçlerin hakimiyetini Türkiye’ye göre daha güçlü ekonomik konumda bulunmaları sağlarken, iç güçlerin hakimiyetini ise, başta siyaset organı olmak üzere yandaşların ve bazı aydın geçinenler de dahil olarak avenelerin dayandıkları baskılama gücü ve kaba kuvvettir.
 
Kuralsız kaba kuvvete dayanan bir toplumsal yapıda yoğun akıl tutulması yaşanırken, ileriye ait tüm projelerin de güçle gerçekleştirilmesi hem kolay hem de daha isabetle ulaşılabilir bir hedef olarak görülür. Son üniversite eleme sınavındaki “üstün başarısızlık” böyle bir patolojinin çok tipik yansımasıdır. Zira böyle bir üstün başarı(!) sadece tembellikle açıklanamaz; bu sonuç bir öğrenme sürecini yansıtır. Bu patoloji cemaat ilişkilerine savrulan yüksek eğitim kurumlarımızda da giderek yaygınlaşmaya yüz tutmaktadır. Çekirdek kadroyu teknik açıdan özenle fakat felsefeden yoksun olarak üretmeye çalışan cemaat dokusu, çevre korumasına yüklediği işlevle, toplumsal katmanlar arasında birbirini dinleme, anlamaya çalışma ve akılcı uzlaşma yerine, baskılama ve inatla yürüme dürtüsünü öne çıkarmaktadır. Böylece, kaba güç korumalı felsefeden yoksun bir robot kikte üretilmektedir.  
 
Siyaset alanında gördüğümüz doku da bundan farklı değildir. Balık baştan kokar! Örneğin parlamento içi davranışlara bakalım. O kutsal çatı altında salt fiziksel şiddeti dikkate almak bizi bir yere götürmez. Böylesi bir güce ulaşmış olan iktidar partisinin iç işleyişi kadar muhalefete karşı tavrı da olağan ve saldırganlıktan arınmış olarak görülemez. Sarkozy’nin partisindeki bazı parlamenterlerin de bizzat Sarkozy’nin saygınlık kavgası haline dönüştürdüğü yasanın iptali için Anayasa Konsey’ine başvurması tipinde bir davranışı bizim parlamentoda görebilir miyiz? Göremeyiz! İşte saldırganlık, baskı ve şiddet budur! Tabii ki, bu anlayış ve doku,  toplumun farklı kesimlerine farklı ilişki boyutlarında farklı şekilde yansımaktadır. Hal böyle olunca, bir parlamenter de bugün bir doktora yarın bir trafik polisine vs karşı saldırganlaşabilmektedir. Çünkü insanlar güç ile işlerinin halledilebildiğini görmekte ve elindeki gücü yersiz, ölçüsüz ve hesapsız kullanmada bir beis görmemektedir. Bir bireyin kritik bir durumda saldırganlaşması, bireyin salt o anda saldırganlaştığını göstermeyip, bireyin saldırgan olduğunu ifade eder. Zira bir bireyin öz dokusu kritik test noktalarında ortaya çıkar ve onu ele verir.
 
Gericiliğin özünde akılcılık ve uzlaşma değil, güç vardır. Çünkü gericilik akılcılık değildir! Ramazan ayında oruç tutmayanı ya da herhangi bir şekilde kafasına göre karşısındakinin dine aykırı davranışını sorgulamaya kalkan ve felsefik boyutuyla algılayamadığı din olgusunun kendisine müdahale olanağı ve gücü sağladığı düşüncesi ile sarhoşlaşan birey saldırganlaşabilmektedir. Çünkü felsefeden yoksun birey, cihad felsefesinin başkasına saldırmak değil, kendi duygusunu bastırmak olduğunu düşünememektedir. Gericiliğin yaygınlaştırılması için eğitim alanında felsefeyi dışlamak, insan beyni ve algılamasında mantıksızlığı ve insanlığı dışlamakla eş anlamlıdır. Emperyalizmin bizden talep ettiği ve, maalesef, gerici iç doku ile birleştiği nokta tam da budur.