Takvimler 20 Kasım’ı gösterdiğinde dünyanın pek çok yerinde çocuk hakları, oyun parkları ve güvenli gelecek hayalleri konuşuluyor.
Türkiye’de ise biz, üzerine beyaz örtü çekilmiş küçük bedenleri, pres makinelerinin dişlileri arasına sıkışmış hayatları konuşmak zorunda kalıyoruz.
Resmi istatistikler çoğu zaman "iş kazası" deyip geçiyor. Ancak sahadaki gerçek, bunun sistematik bir "çocuk işçiliği rejimi" olduğunu haykırıyor.
Bu çetelenin tutulması en zor, en ağır yükünü omuzlayanlardan biri olan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi Genel Koordinatörü Murat Çakır ile konuştuk. Çakır, sadece verileri değil; o verilerin arkasındaki dönüşümü, okul sıralarından sanayi sitelerine sürüklenen o büyük göçü anlattı.
Tarladan sanayiye: Ölümün şehirleşmesi
Sohbete en zor yerden, tuttuğunuz o ağır çetelenin yükünden başlamak istiyorum. Her gün önünüze düşen "çocuk ölüm" haberleriyle nasıl bir mesai yürütüyorsunuz? İstatistiklerin ötesinde, orada ne görüyorsunuz?
İki hususun altını çizerek başlamak lazım. Türkiye’de çocuk işçiliği üzerine çalışmalar genellikle STK’lar üzerinden, daha çok "yardım ve dayanışma" ekseninde yürüyor. Bizim durduğumuz yer ise biraz daha farklı, daha sert bir gerçekliğe dayanıyor.
Bakın. Türkiye’de "ücretlileşmenin" bir sınırına gelindi. Toplumun neredeyse yüzde 80’i yoksulluk sınırlarına dayanınca, sistem kendine yeni "yakıtlar" aramaya başladı. Önce emeklilik yaşını yükseltip yaşlıları, sonra da çocukları bu çarkın içine çektiler.
Çocuk işçiliği bu topraklarda hep vardı, bunu inkar edemeyiz. Ancak eskiden geleneksel tarım toplumunun içinde, daha sınırlı ve "görünmez" bir alandaydı. Mevsimlik tarım işçisi çocuklar, özellikle Kürt çocukları ve son dönemde eklenen mülteci çocuklar tarlalarda izole bir hayat yaşıyordu. Ölümleri de görünmüyordu; traktör kasalarında, sulama kanallarında sessizce yitip gidiyorlardı.
Bugün ne değişti peki? Neden artık çocuk ölümlerini daha "yakından" ve daha sık duyuyoruz?
Çünkü ölüm kentleşti, ölüm sanayileşti. Çalışma yaşı fiilen 10-12 yaşlarına kadar düştü ve çocuklar tarlalardan kent merkezlerindeki sanayi sitelerine, inşaatlara, hizmet sektörüne taşındı.
Tarladaki ölüm "kader" gibi algılanıyordu ama bir çocuğun bedeni şehrin göbeğinde bir atölyede parçalandığında bu artık saklanamaz hale geliyor. Ülkedeki yoğun sanayileşme baskısı ve ucuz emek talebi, ölümü de görünür kıldı.
'Okuyup da ne olacak?' çaresizliği
Sadece ekonomik bir zorunluluk mu bu, yoksa çocukları okuldan koparıp tezgâh başına iten başka dinamikler de var mı? Mesela eğitim sistemi... Sistem burada nasıl bir sınav veriyor?
Eğitim sistemi sınav vermiyor, sistem bizzat çocukları o tezgâha iten mekanizmaya dönüştü. Özellikle 4+4+4 sisteminden sonra eğitim niteliksizleşti, müfredat hayatla bağını kopardı. Toplumda çok tehlikeli bir algı yerleşti: "Okuyup da ne olacak?"
Eskiden üniversite mezunu olmak bir "yırtma" umuduydu. Şimdi ise ataması yapılmayan öğretmenler, markette çalışan üniversite mezunları, diplomalı işsizler ordusu var. Yoksul aileler bu tabloya bakıp, "Çocuğum bari 13-14 yaşında bir meslek tutsun, eve ekmek getirsin" demeye başladı. Pandemi süreci de bu kopuşu hızlandırdı. Çocuklar kitlesel olarak örgün eğitimi bırakıp açık liselere, oradan da iş piyasasına aktı.
Bir de sizin sıkça vurguladığınız "Okul-Cami-İşyeri" üçgeni var. Bu sarmal çocuğu nasıl kuşatıyor?
Bu çok kritik. Mahallelerde uyuşturucu, çeteleşme ve şiddet sarmalı o kadar büyüdü ki, aileler çocuklarını "sokaktan korumak" adına işe göndermeyi bir kurtuluş reçetesi sanıyor. "Okumuyorsa gitsin çalışsın, eti senin kemiği benim" anlayışı, yerini "Sokakta harcanacağına sanayide usta elinde pişsin" anlayışına bıraktı. Bu da muhafazakâr, itaatkâr bir işçi profili yaratılmasının zeminini hazırlıyor.
Devlet eliyle çocuk işçiliği: MESEM
Tam da burada MESEM (Mesleki Eğitim Merkezleri) devreye giriyor. Resmi söylemde "meslek edindirme" olarak sunulan bu proje, sahada nasıl bir pratiğe dönüşüyor?
MESEM, devletin sermayeye "Sen işi öğret, parasını ben vereyim" diyerek çocuk emeğini peşkeş çekmesidir. Bakın, bu çok net. Devlet, öğrencinin maaşını ve sigortasını üstlenerek, sermaye gruplarını fonluyor. Eskiden meslek liselerindeki staj sömürüsüne kızardık, şimdi o günleri mumla arıyoruz.
Çocuklar kağıt üzerinde haftada bir gün okula gidiyor görünüyor. Ama pratikte çoğu okula bile uğramıyor, haftanın 5-6 günü, günde 10-12 saat yetişkin işçilerle aynı koşullarda çalıştırılıyor. Denetim yok, gözetim yok.
Bu denetimsizlik bir istatistikten öteye, somut bir acıya dönüştüğünde karşımıza ne çıkıyor? Aklınızdan çıkmayan bir örnek var mı?
Tekirdağ’da can veren Mustafa... Henüz 16 yaşında bir çocuk. Belki MESEM kaydı yoktu ama o sistemin bir parçasıydı. Gurbete çalışmaya gitmiş, kalacak yeri yok, fabrikada yatıp kalkıyor. Gece üşüdüğü için teneke içinde ateş yakıyorlar ve çıkan yangında hayatını kaybediyor.
Şimdi soruyorum size; 16 yaşındaki bir çocuğun iş güvenliği bilinci olabilir mi? O çocuğu oraya, o koşullara mahkûm eden sistemin hiç mi suçu yok? Biz bu çocuklara "işçi sağlığı ve güvenliği" eğitimi verildiğini falan sanıyoruz ama gerçekte olan, çocukların sermayenin vahşi üretim hırsına kurban edilmesidir.
Kan Parası ve 'normalleşen' vahşet
Hocam, anlatırken sesinizdeki ağırlığı hissediyorum. Bir çocuğun ölümünü raporlamak, o veriyi girmek... Bu insani olarak nasıl bir yük?
(Derin bir nefes alıyor) Bazen bir fotoğraf geliyor önümüze... Asansör boşluğuna sıkışmış bir çocuk bedeni. Bazen bir yangında tanınmaz hale gelmiş, bedeni kömürleşmiş bir çocuk. Bu sadece bir "işçi ölümü" değil. Hepimizin o yaşlarda çocuğu, yeğeni, kardeşi var. İnsan ister istemez "Benim çocuğum da olabilirdi" diye düşünüyor.
Ama daha acı olan ne biliyor musunuz? Bu ölümlerin "normalleşmesi". Ailelere kan parası teklif ediliyor, davalar üç beş kuruşluk cezalarla kapatılıyor. 12 yıl önce Adana’da pres makinesine sıkışarak ölen 13 yaşındaki Ahmet Yıldız’ın patronu, cezasını taksit taksit ödeyerek kurtuldu. Toplum sosyal medyada bir anlık öfke patlaması yaşıyor, sonra herkes kendi hayatına dönüyor. Oysa bu yangın sönmüyor.
Peki bu karanlık tablodan çıkış nerede? Artık 20 Kasımlar büyümeyecek işçi çocukların yas günü mü olacak?
Asla. Yas tutmak yetmez. Bu, Türkiye işçi sınıfının en yakıcı sorunudur. Çocuk işçiliği sadece "yasaklayalım" denilerek çözülecek bir mesele olmaktan çıktı, çünkü artık bir gerçeklik. Milyonlarca çocuk çalışıyor. Bizim kafa yormamız gereken şey şu: Bu çocuklar nasıl örgütlenecek? Öfkesini nereye akıtacak? Eğer biz sosyalistler, biz emek örgütleri bu çocuklara ulaşamazsak, o boşluğu milliyetçi-muhafazakâr yapılar dolduruyor.
Bu çocuklar sadece "kurban" değil, geleceğin işçi sınıfı. Onların mücadelesini örmek, sadece çocuk hakları meselesi değil, memleketin geleceği meselesidir.
