Mezar ülke - Musa Piroğlu

20 Ocak Pazar günü, silikozisle mücadele eden kot taşlama işçilerini anlatan Kumun Gecesi belgeselinin gösterimi yapıldı. Belgeselin gösterimine gelenler, bir gün önce katledilmesinin üzerinden 12 yıl geçmiş bulunan Hrant Dink için yapılan anmaya katılmışlardı. Anmada 1948’de katledilen Sabahattin Ali’nin kızının mektubu okunmuştu. Yüzler kederli, gözler yere bakarken yaşanmış ve yaşanmakta olan ölümlerin ağırlığı, insanların üzerine bütün yüküyle çökmüş gibiydi. Ölüm bir sülük gibi insanların yakasına yapışmış, ülke bir mezar ülkeye dönüşmüştü.

Derler ki eski Mısır’da insanlar öldüğünde yaşadığı eve gömülürmüş. Geride kalanlar mezarı kapattıktan sonra aynı evde yaşamaya devam eder, yeni bir ölüm olduğunda evin tabanı tekrar kazılır, ölü defnedilir, üzeri kapatılır ve geride kalanlar aynı evde yaşamaya devam edermiş. Bu evlere mezar evler denirmiş. Bugün Eski Kahire olarak bilinen ve yaklaşık 3 kilometrelik bir alanda bulunan köylerden göç etmiş, yaklaşık iki milyon insan, mezar kent denilen mezarlıkların üzerinde yaşıyor. Son birkaç güne sıkışan haberler bile aslında ülkenin bir mezar eve döndüğünü göstermeye yetiyor. Sadece 2018’de 440 kadın erkekler tarafından, 1923 işçi patronlar tarafından katledildi. Devlet tarafından katledilenlerin ise sayısı tam olarak tutulamadı. Katliam hız kesmeden devam ediyor. Tekil ölümler sessiz sedasız toprağa verilirken, toplu katliamlardan sonra, sanki bir ritüel tekrar ediliyormuş gibi cılız protestolar yapılıp mahkeme önlerinde adalet bekleyişleri başlıyor. Ve Hrant Dink davasında da görüldüğü gibi bir arpa boyu yol gidilemiyor. Davaların gelişim seyri ile ülkenin karanlığa ilerleme seyri arasında bir ters orantı işliyor.

Her katliamdan sonra, insanlar sessiz ağıtlar yakıp, vicdan çağrıları yaparak evlerine dönüyor. Yani kelimenin gerçek anlamıyla katledilenler yüreklere, hafızalara gömülüp acı hafifletiliyor ve katiller yeni katliamlar yapmak için harekete geçiyor. Hiçbir cinayet aydınlatılmaz, hiçbir katil cezalandırılmaz, gerçek failler ortaya çıkarılmaz oldukça, sanki bir sürek avındaymışçasına, insanlar hayatlarını, işlerini, geleceklerini kaybetmeye devam ettikçe ülkeyi saran karanlık büyüyüp kalınlaşıyor. Geride kalanlar bir çeşit çaresizlik metaforunda sıkışmış gibi, ölülerini gömdükleri topraklara basarak yaşamaya ve sıralarını beklemeye devam ediyor. Ölülerin üzerine atılan toprak tozlaşıyor ve yaşayanların üzerini örtmeye başlıyor. Sosyalist hareketlerin ve toplumsal muhalefetin dağınıklığı ve zayıflığı pek çok siyasal eğilim için ataletin gerekçesi haline geliyor.

Saray bu sessizliğin altında biriken öfkeyi, o öfkeye öncülük etmesi gerekenlerden daha iyi görüyor, toplumsal muhalefeti, o muhalefetten daha fazla ciddiye alıyor. Zira kendi zayıflıklarını herkesten iyi biliyor. Tüm baskıya, yıldırma ve sindirme çabasına rağmen karşısındaki toplumsal bloğu dağıtamadığı gibi kendi tabanını bir arada tutmak adına hareket ederken, karşıtı yapıyı daha da yan yana getirmeyi başarmış bulunuyor. İktidarına meşruiyet sağlamak adına her yıla bir seçim sığdırıp her seçimi bir halk oylamasına çevirirken, her seçim galibiyeti ile karşısındakilere kendisinin sandıkla gitmeyeceği gerçeğini göstermiş bulunuyor. Aynı zamanda ötekileştirip düşman ilan ettiği topluma, kendisini yıkmak için birleşmekten, yan yan durmaktan başka bir şansılarının olmadığını da göstermiş bulunuyor. Geldiği noktada katledilen, ezilen, sömürülen, işinden toprağından edilip geleceği elinden çalınan herkesin kaderi aynı noktada kesişmiş bulunuyor. Saray yıkılmalıdır ve bu başarılabilir.

Neredeyse bütün devlet kurumlarının ağır bir baskı aygıtına dönüştüğü olağanüstü bir süreçte, bu siyasal baskı sona ermeden, ne emeğin haklarını geri alması, ne de toprağı gasp edilen köylünün toprağına, işinden atılan emekçinin işine dönmesi mümkün değildir. İşte burada doğrudan siyasal iktidar tarafından körüklenen ve sürekli kaşınan fay hatlarının üzerine gidilmesi, gerçek çıkarların üzerini örten yapay ayrılıkların sona erdirilmesi gerekmektedir. Soğukta patrona karşı hakkını aradığı için direnen işçi ile açlık grevinde direnen Leyla Güven’in kaderi, talebi, çıkarı ortaklaşmıştır. Saray bunun farkında olduğu için bu iki gücün, işçi sınıfı ile Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin, yan yana gelmesini engellemek için uğraşıyor. Oysa kendi eliyle, kendi varlığını sürdürmek adına ülkeyi sürüklediği seçimler, kaçınılmaz bir şekilde Türkiye işçi sınıfı, yoksul halkları ve demokratik laik kitleleri yan yana yürümeye zorluyor. Patronların hükümeti, patronların çıkarlarını korumak adına hareket ederken, kendisine oy vermiş işçi sınıfı ve yoksul halk kitleleriyle bağını koparmaya, kendi tabanını kaybetmeye başlıyor. Ağır ekonomik saldırı altındaki yoksullar ve işçiler, saray politikalarına tepki duyarken yüzlerini sosyalistlere ve Kürt halkına dönüyor.

Hayatın halkları ve ezilenleri yan yana getirmesi, ona önderlik edecek güçler yan yana gelmediği sürece yetersiz kalacaktır. Sosyalistlerin görevi burada başlıyor. Büyüyen öfkeye isim koyabilmek adına en geniş güç birliğini oluşturmak ve sarayın karşısında Türkiye işçi sınıfı ile Kürt halkının birleşik kavgasını örebilmek için harekete geçmek gerekiyor. Leyla’nın davası Hrant’ın davasıdır.

Yeni Yaşam